Önceki yazılarımda başkanlık konusundaki görüşlerimi, hatta bir ara 82 Anayasasının sorumluluğu olmayan bir cumhurbaşkanına verdiği aşırı yetkileri, başkanlık düzeyinde gördüğüm için, aynı yetkilerin sorumluluğu olan bir başkan tarafından yürütülmesinin doğru olabileceğini bile savunmuştum.
Oysa şimdi, Türk Cumhuriyetlerindeki başkanlığı ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın on yıl içindeki değişimini gördükten sonra, artık 1961 Anayasasındaki cumhurbaşkanlığı yetkileriyle bile bir başkanlık sistemine karşıyım.
Bu noktaya nasıl geldik derseniz; son genel seçimlerden sonra şiddetle dikleşen, diktatörleşen ve kendisinde her istediğini herkese dayatma yetkisi gören Başbakanımız, son on yılda, çok zorlu üç aşamadan geçti. Ve eminim ki, bunların etkisiyle çok büyük bir psikolojik bunalım içindedir.
Bu aşamalar: Mağdur vatandaş Recep Bey, Matador başbakan Recep Tayyip Bey ve mağrur başkan Provokatör Recep Tayyip Erdoğan. İsterseniz şimdi bu aşamaları kısaca özetleyelim.
MAĞDUR VATANDAŞ RECEP BEY
Başbakanımız 2002 Genel Seçimlerinde halkın karşısına, devletin zulmüne uğramış, MAĞDUR bir vatandaş pozisyonunda geldi. Vatandaş da mağduru kucakladı ve kucaklar her zaman. Çünkü vatandaş zaten her zaman devlet mağduru ve tarih boyunca devletler halk için bir zulüm aracıydı.
Özellikle Türk devlet geleneğinde devlet, yöneten demektir. Hükümdar, asker, feodalite, sermaye ve yönetenlerin devletidir. Halk hiçbir zaman için, bir portrede fon rengi, bir film sahnesinde bir fon müziği veya bir yapının dolgu maddesi olmaktan öte, hiçbir değer ifade etmemiştir.
Vatandaşın devlete karşı olması bir yana, cılız bir ses bile çıkarsa, kellesinin uçurulması ve topluca katledilmeleri bile, sıradan bir işlemdir. Celali isyanları, mezhep farklılıkları, baskı ve şiddete karşı mücadeleler böyledir. Ve son olarak Taksim gezi parkı gibi en masum gösteriler bile devlet zulmünden nasibini almakta gecikmemiştir. Özellikle demokrasinin yerleşmediği ülkelerde devlet hükümet demektir, hükümet de zulüm demektir.
Devlet yandaşı tek bir vatandaşını korumak için bir ordu seferber edebilirken, karşıtlarının günlerce satırlarla boğazlanarak öldürülmesine, bir otelde topluca yakılmasına seyirci kalır. Kendine yönelik gerçekleşmemiş hayali bir suç için bile, hükümeti yıkmaya teşebbüs iddiasıyla yüzlerce insanı kapatıp müebbet hapis isterken, kendi katillerini bırakın cezalandırmayı, fail olarak bulunup, hakim karşısına çıkmasını bile zaman aşım süresi sonuna dek engeller, süre dolunca milletin gurur duyacağı (!) bir noktaya getirir.
Her ne kadar sosyolojik anlamda devlet vatandaşlarının korunması için kurulmuş olsa da, gerçekte Devlet vatandaşından kendisini korumak için özel yasalar çıkarır. Bu yasalara göre her vatandaşı bir biçimde suçlamak ve içeri atmak her zaman için mümkündür. Yine sözde vatandaşın güvenliği için, aslında vatandaşları üzerinde baskı kurmak –tehdit ve güvensizlik yaratmak- için dünyanın en büyük ordularından birini besler. Yani tarih boyunca devletlerin en büyük düşmanı kendi vatandaşlarıdır. Ne çelişkili bir ilişkidir ki, devletlerin baskı ve zulmü ne kadar artarsa, vatandaşların da devlete tapınması o denli artar.
Onun içindir ki, Türk halkı, devlet mağdurlarını, her zaman destekler. Üstelik mağdur vatandaş Recep, 28 Şubat post modern darbesinden mağduriyetini dile getirirken, bundan ders aldığını, milli görüş gömleğini çıkarıp, radikalliklerden uzak, batılı bir demokrasi peşinden giderek, tüm milletini de devletin zulmünden kurtaracağını vaat ediyordu.
Muhalefet ise insan yerine devlet, demokrasi yerine cumhuriyet ve herkesin inançları doğrultusunda özel yaşamını yaşaması yerine, dogmalaştırılmış katı bir laiklik dayatıyordu. Çağı ve Atatürk’ü, 1920’li yılların Kemalist uygulamalarında arıyordu. Ve bu kulvarlarda tozu dumana katmanın oy almak ve seçim kazanmakla hiçbir alakası yoktu.
Bu yüzden soldaki vatandaşların kesin, merkezdeki vatandaşların kısmi radikal çekincelerine rağmen, oy verecek başka bir merkez partisi de olmadığından, halk Mağdur Vatandaş Recep’i denemeye karar verdi. Tabi burada vatandaş Recep’in, mağdur insanı kullanması kadar, şansı da yaver gitti. Sayın Baykal en büyük şansıydı.
Çünkü Türkiye’de DYP ve ANAP gibi merkez partileri, yolsuzluklar, derin devlet, çeteleşme, mafyalaşma ve ekonominin dibe vurması gibi pek çok nedenden dolayı eriyip gitmişti. Vatandaşın bu durumda Ecevit’in dürüstlüğüne ve MHP’nin yurtseverliğine gösterdiği güven de, bankalarda yüz milyar dolardan fazla paranın batırılması ve ekonominin daha büyük çıkmazlar içine girmesi üzerine onlardan da umut kesilmiş, Türkiye’de tek bir siyasi parti kalmıştı ki, o da CHP idi.
Çünkü Baykalsız CHP’nin, merkezin en güçlü olduğu Demirel ve Özal dönemlerinde bile, Türkiye genelinde %30’u aşan bir oy potansiyeli vardı. Şimdi merkezin olmadığı bir zamanda bunu %50’lere çıkarmak işten bile değildi. Dinci partilerin bugüne dek aldığı en yüksek oy miktarı ise %21’i aşmıyordu.
Ayrıca AKP’den radikal çekinceleri olduğu için, merkez oyları da sola daha yakındı. Ama ne yazık ki, CHP soldaki yerinde değil, AKP’nin sağındaydı. Ve AKP’nin sağ bağnazlık ve muhafazakârlığından, daha bağnaz bir sol muhafazakârlığı savunuyordu. Bence CHP sosyal demokrat bir parti olarak yerinde dursa veya Erdal İnönü gibi sağduyulu ve sakin bir politikacı CHP’nin başında bulunsaydı, kesin %50’yi aşardı.
Çünkü üstelik sol rakiplerinin gözden düştüğü ve merkezin tamamının boş olduğu bir dönemde, radikal sakıncalar içeren yeni bir parti karşısında, CHP’nin iktidar olamaması imkânsız bir şeydi. Hatta tarihi boyunca CHP’ye iktidar kapıları hiç bu kadar arkasına kadar açılmamıştı.
Bu durumda iktidar olamamak, boş kaleye gol atamamak veya şike yapmak gibi bir şey olurdu. İktidarı elinin tersiyle itmek olurdu. Ve Sayın Baykal hiç tereddüt göstermeden itti. Muhalefet kalmakta diretti. Baykal’ın o günlerdeki diktatörlüğü, bugünkü Erdoğan’ın diktatörlüğünü hiç aratmıyor, gıkını çıkaran, karalanıp partiden atılıyor, dünya genel başkanın etrafında dönüyordu.
O Genel Başkan ki, 1922’de yurdu düşmandan kurtarıp, 1923’te cumhuriyeti yeniden kuruyor ve o cumhuriyetin üstünde muzaffer bir komutan gibi bağdaş kurup oturmuş, yerinden kıpırdamıyordu. Çünkü kıpırdasa halk cumhuriyeti yerle bir edebilirdi, cumhuriyeti halktan korumak gerekiyordu, bu yüzden yirmili yılların ötesine geçmiyor ve halk bunu görüyordu.
Sayın Baykal partiyi siyasi yelpazenin en sağına çekerek, merkezi ve merkezin solunu AKP’ye bıraktı. AKP radikal sağdan merkeze ve oradan da liberal sola kadar tüm siyasi yelpazeye kucak açtı. CHP merkez oylarını bile ret ederken, AKP hepsi kabulüm dedi. Herkese bir şeyler vaat etti.
Radikal sağa inançlarını özgür yaşama, merkezdekilere muhafazakârlıklarını koruyarak, Avrupalılaşma ve devlet karşısında vatandaşlık haklarını daha rahat kullanma ve yine merkezin ve solunun demokrat insanlarına, cunta anayasasını değiştirmek, milli iradeyi ordudan alıp, millete vermek sözü verdi.
CHP ise merkezin muhafazakâr insanlarına: insan, demokrasi, inançlara ve yaşam tarzlarına saygı demediği gibi, bunların tam tersi, devlet, cumhuriyet, laiklik ve Kemalizm’i tekeline alarak, merkezdeki dindar insanları dahi korkutarak, AKP’nin kucağına attı. Mağdur Recep Bey, ne kadar alttan alıyorsa, Ulusalcı Baykal kabına sığmıyor, her yere ve herkese saldırıyor, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyordu.
Nitekim sonuçta halk: devlet ve rejim içerikli CHP’nin içinde kendini, yani insanı, inancını, yaşam tarzını ve demokrasiyi göremediği gibi, Baykal’ın hırçınlıklarından da rahatsız oldu ve Mağdur vatandaş Recep’i iktidar yaptı. Bu seçimlerde yüksek baraj nedeniyle milli iradenin yarısı parlamento dışında kalsa da, geri kalan yarısının oylarıyla iki partiden AKP iktidar, CHP tek muhalefetti.
İktidar hemen karayollarında büyük bir hamle başlattı. Enflasyonu düşürdü, AB ile müzakereleri başlattı, konut üretti vs. Bir yandan da sürekli kapatılma tehditleri, Genelkurmay başkanı ve cumhurbaşkanının uyarıları, ordu darbesi yargı darbesi derken başını hiç kaldıramadı. Başbakanımızın bu günkü provokatör tavırlarına bakılırsa, demek ki bunların hepsi de ruhunda derin travmalar yaratmıştı.
Şimdiki gibi dikleşmek bir yana, o zaman dik durması bile olanaksızdı. Başbakan olmuş, ama iktidar olamamıştı. İktidar orduda, yargıda, bürokraside ve İstanbul sermayesindeydi. Darbe üstüne darbe yedikçe, sabretti ve mağduriyetini halka anlattı. Mağdur vatandaş Recep Beyi çok iyi oynadı.
Özetlemek gerekirse bu ilk devrede mağdur vatandaştı. Hala devlete aşağıdan bakıyordu. Şimdiki gibi devleti ele geçirip, tepesine çıkıp, vatandaşa tepeden bakmıyordu. Sağlıkta, sosyal yardımlaşmada sosyal demokrat politikaları uyguluyor, sosyal demokratların savunması gereken, insan, demokrasi ve çağdaşlaşma (AB) gibi projeleri savunuyordu. CHP ise, salt AKP savunduğu için, kendi projelerine bile karşı çıkıyordu.
Bu yüzden milletin 2002 seçimlerindeki, acaba bizi İran’a mı götürecek gibi radikal korkuları da, AB ile müzakerelerle ortadan kalkınca, en çok da muhalefetin katkılarıyla ve daha yüksek bir oy oranıyla ikinci kez seçim kazandı.
Ama mağdur vatandaş Recep Bey, sonraki dönemde devleti ele geçirdikten sonra rakiplerine kırmızı bez gösterip kudurtan, kışkırtan ve bundan büyük bir keyif alan matadoru oynuyordu. Bu yüzden sonraki yazı, Matador Başbakan Recep Tayyip Bey, ondan sonra da MAĞRUR başkan provokatör Erdoğan olacak.