29
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Cumhuriyetin Değişmez Nitelikleri Değişmelidir (10)


10- TEMEL İLKELER VE ANAYASA

Laiklik: Bu gün Türkiye’de devletin dine müdahalesi ve dinler arası ayrım gözetmesi kesindir. Zorunlu din dersi ve Sünni din adamlarının maaşının devlet bütçesinden ödenmesi bunun en açık ve net göstergeleridir. Benim bildiğim kadarıyla eskiden (1950’li ve 1960’lı yıllarda) din adamına maaş verilmezdi. İmam hatip de yoktu. Biz köyümüzdeki imama hak olarak yıllık bir teneke buğday veriyorduk. 1964-66 yılları arasında öğretmenlik yaptığım Erzurum’un bir köyün imamı da Ramazan ayında toplanan fitrelere karşılık imamlık yapmaktaydı. Yani devletten maaş almıyordu.

Bu haliyle bu anayasaya TC Devletinin resmi dini Sünni İslam’dır diye bir madde konulsa laikliğine hiçbir halel gelmez. Çünkü yazılmamış biçimde böyle bir madde vardır aslında.

Bu yüzden kimilerinin laiklik varmış gibi savunması, kimilerinin de olmayan bu kavramdan ürkmesi pek akla yatkın bir şey olmayıp, arkasında başka şeyler aramak gerektiğini düşünüyorum. Çözüm, zıtlaşıp kutuplaşarak, çatışıp savaşarak değil, anlaşıp uzlaşarak, din ve devletin, laikliğe birlikte sahip çıkması gerekmektedir. Çünkü laiklik devlet için olduğu kadar, din için de gerekli bir kavramdır.

Milliyetçilik: Milliyetçilikle ilgili görüşlerimi de bu yazı dizisinden önceki 20 yazıda belirttiğim gibi, milliyetçiliğin de vatanla milletle ilgisinin olmağına, kurumlara kişilere ve dolaylı olarak onların çıkarlarına tapıcılık haline gelmiş, hamaset ve popülist yaklaşımların, paranoyaya dönüşmüş hastalıklı durumu olmaktan öte fazla bir anlamı bulunmadığına değinmiştim. Onun için burada milliyetçiliğin üzerinde durmak istemiyorum. Ama Kemalist milliyetçilikteki barışçı ve insani yaklaşım, bu gün faşizan özellikler anımsatan, dünyayı düşman görüp içe kapanan, hamasetle beslenen şoven ve militarist bir görünüm almıştır.

Devletçilik: Cumhuriyetin ilk yıllarında, özel sektörü canlandırmak ve sanayileşmeyi özel sektör eliyle yapmak ilkesi benimsenmişse de, sürekli savaşların teşebbüs arzusunu kırmış olması, istikrarsızlık ve sermaye yetersizliği gibi nedenlerle başarılı olunamamıştır. Ama buna rağmen 1930’lara dek yine de özel sektörü canlandırmak için çeşitli yöntemler denenmiştir. Sanayiciye kredi vermek için İş Bankasının kurulması, mevcut sanayi kuruluşlarının işler vaziyete getirilerek, özel sektöre devredilmesini amaçlayan Sanayi Maadin Bankasının kurulması hep bu amaca dönüktür. Fakat hem bu işlere yatkın olan azınlıkların ülkeyi terk etmiş olması ve Türk kesimin bu alanlardaki deneyimsizliği ve hem de yeterli teşebbüs arzusunun yaratılamaması gibi nedenlerden dolayı, ekonomide devletçilik zorunlu bir tercih olarak ortaya çıkmıştır.

Ve bu devletçi yaklaşım, o günün koşullarında, TC’nin süratle gelişmesinde önemli bir rol oynamış ve işlevini 1970’li yıllara dek sürdürmüştür. Yetmişli yıllardan itibaren Türkiye ve dünya kabuk değiştirirken, bizim yönetimde daha devletçi bir yönetimle, ekonomide devletçilik anlayışında direnmemiz, bu yatırımların, yöneticilerin arpalıkları olmasına, zarar etmesine ve halkın üzerinde ağır bir yük olmasına neden olmuştur. Bu yıllarda daha henüz, komünizm tartışmalarından türban tartışmalarına geçememiş bulunan TC devletin ekonomiye egemenliği, bazı komünist ülkelerin önüne geçmiştir.

Özelleştirme karşıtları ise, bu kuruluşların (KİT’lerin) 12 Mart ve 12 Eylül anayasalarının oluşturduğu, despot ve dayatmacı devlet yapılanmasının elinde kalmasını savunmakla; aslında devlet patron olsun, kitler arpalık olsun, zararı millet ödesin diyorlar; ya da söylemlerinin bu anlama geldiğini fark edemiyorlardı. Aslında tam da tersine bir anlayışta olsalar da mevcut yapılanmadan bu sonuç çıkmaktadır. Siyaseten karşı çıktıkları Demirel, Çiller, Erbakan, Özal ve Erdoğan bunları daha iyi yönetir demek istediklerinin farkına varmıyorlardı. Çünkü devletin elinde kalması, bu karşı çıktıkları kişilerin keyfiyetine terk edilmesi demekti.

Çünkü onlar olayı, 1930’lu yılların özverili devlet anlayışı ya da kafalarındaki devlet anlayışına göre değerlendiriyorlardı. Oysa devlet anlayışı ve uygulamasını anayasalar belirliyordu ve bu anayasadan da bu anlam çıkıyordu. Bizim aydınlarımızın çoğu da, bu anayasanın içi boş TC’sine bile, halka güvendiklerinden daha fazla güveniyordu. Ve ne ilginç bir çelişkidir ki; aydınlarımız hem hep halkçılığı savunmuş, ama hem de hiçbir zaman halka güvenmemiş, halkı cahil, bilinçsiz bir sürü kabul etmiş ve neyi istediği, neye karşı olduğu anlaşılamamıştır.

Devrimcilik: Cumhuriyetin 85 yıl sonra, şu anda bulunduğu nokta dikkate alınırsa, devrimciliğin tamamen devre dışı kaldığı görülür. Bu yüzden işletilmeyen bu ilke nedeniyle diğer ilkelerin de önünüm kesildiğini ve sonuçta bugünkü cumhuriyetin özetini, bu ilkenin işleyişinden, daha doğrusu işletilmeyişinden izleyebiliriz.

Cumhuriyetçilik: Seçim yasası, yüksek baraj sistemleri ve siyasi partiler yasası ile de, ulusal egemenliğin olabildiğince engellendiği düşünülürse, gerçekten ulus egemenliğine dayalı gerçek bir cumhuriyetimiz olduğunu savunmak, göz boyamaktan, saflık ya da kurnazlıktan başka bir şey değildir. Çünkü bilimsel anlamda böyle bir cumhuriyet olamaz.

Yine önceki yazılarımda bu anayasanın cumhuriyetçi olamayacağını ve bundan gerçek anlamda bir cumhuriyet oluşturulamayacağını belirtmiştim. Çünkü cumhuriyet halk idaresi olup, bu yüzden de, Kemalizm’in bence en temel öğesi halkçılıktır.

Halkçılık:Taha Parla 1982 Anayasasındaki halkçılık anlayışı ile, Kemalist Halkçığı karşılaştırmasında şöyle diyor.

“Kemalist Halkçılık, 19. yüzyıl Rus, 20. yüzyıl Balkan ve Latin Amerikan popülizmi anlamında bir halkçılık değildir. Kemalist Halkçılık, liberalizmin atomistik bireyciliği ile Marksizm’in çatışmacı sınıfçılığını birlikte reddeden, işlevsel grupları (meslek zümrelerini) birbirini bütünleyen organlar olarak gören korporatist bir dünya görüşünü ve toplum modelini temsil eder.”

“Kemalist Halkçılık, korporatist sosyal-politik teorinin faşist alt türü değil, solidarist (dayanışmacı/ tesanütçü) alt türüne yakındır.

“Buna karşılık 1982’nin dayanışmacılığı (halkçılığı), korporatizmin faşist alt türüne daha yakın tonlar taşımaktadır. Yalnızca duyguda birlik içinde değil, düşüncede ve davranışta da yekvücut olan ve devletin denetiminde bulunan bir millet anlayışıdır.”(Türkiye’de Anayasalar)

Bu anayasa devletin haklarını, dayatmalarını, vatandaşın ise görev ve sorumluluklarını düzenleyen bir anayasadır. Yani haklar devlete sorumluluklar vatandaşa aittir. Başka bir deyişle vatandaşın hiçbir hakkı ve özgürlüğü yoktur; devletin de hiçbir görev ve sorumluluğu yoktur. Tek tip, kutsal ve tapılası, hayali bir millet kavramı olsa da bunun içinde vatandaş bazında halk yoktur.

Her şey devletin keyfi kontrolünde ve yönetendedir. Yani güçler sıralamasında, Yasama (yani halk) değil, yürütme (yani yöneten, devlet) birinci sırada olup, halkın yönetime katılması yönetenin keyfiyetine bağlıdır. Ve şu anda halkın yönetime katılımı, şeklen çağdaş bir demokrasiye yakın gibi görünse de, gerçekte sıfır noktasına yakındır.

Çünkü mevcut siyasi partiler yasasına göre, partilerin genel başkan diktatoryasıyla yönetilmekte olduğu, seçim kanununa göre de, genel başkanların seçtiklerine halkın zorunlu oy vermekte olduğu düşünülürse, bu sistemin içinden bir cumhuriyet çıkarmak çok zordur. Yüksek baraj sistemi ise ayrı bir hilkat garibesidir. Ve bir de bunun darbesi muhtırası vs. vardır.

10 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet gazetesinin 19. sayfasında şöyle bir haber başlığı var. “Türkiye Darbenin sanatını yapıyor. Reuters haber ajansı, Türkiye’deki son gelişmeleri değerlendirdiği analizinde, ‘Darbe sanatı başka hiçbir ülkede bu kadar ince işlenemez’ diye yazdı. Ralph Boulton imzalı analizde, Türkiye’de darbelerin, dönemin ruhuna uygun olarak, ‘Muhtıra darbesi’, ‘Post-Modern Darbe’, ‘Yargı darbesi’ ve ‘e-darbe gibi isimler aldığı belirtildi.”

Ama tüm bu yazılanlardan ve uygulamalardan sonra, hala anayasada adı geçtiği için bir cumhuriyetimiz olduğunu düşünmek, “Adı cumhuriyet kalsın da, içi boşaltılsa da önemli değil” demek, değil midir? Ve bu gidişle bu cumhuriyetin içini doldurma olanağı da yoktur. Çünkü her çaba cumhuriyetin temel niteliklerinin değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif bile edilemez maddesine varıp toslayacak ve cumhuriyet seksen sene evvelki ilkel biçiminin de gerisinde kalmaya devam edecektir.

Cumhuriyetin içinin doldurularak, çağdaş bir yapılanmaya kavuşması, çağdaş bir anayasa ile mümkün olacağından, çıkış yolu anayasanın çağdaş koşullar altında, çağdaş yaklaşımlarla yeniden yapılmasından geçmektedir. Hazırlanacak yeni anayasada, geçmiş anayasalarımızdan, 1921 ve 1924 anayasalarındaki, yasamanın üstünlüğü ve ulusal egemenlik anlayışından; 1961 Anayasasının ise, temel hak ve özgürlükler anlayışından faydalanılabilir.

Ayrıca çağdaş kriterlere ek olarak, anayasanın sivil ve halkçı olması önemlidir. Çünkü ordu devlet olmakla övünme devri geçmiş, uygarlığın ölçüsü sivillik olmuştur. Kısacası: TC’ye bak, Anayasasına bak, çağdaş cumhuriyetlere bak, yapılması gerekenler ortaya çıkacak.

Yayın Tarihi : 5 Ağustos 2008 Salı 00:16:13


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
izzet Kütükoğlu IP: 88.254.132.xxx Tarih : 5.08.2008 17:49:55

Sayın Nazmi Öner'e katılıyorum. Türkiye'nin gerçek anlamda bir cumhuriyete sahip olduğuna inanmıyorum. Böyle bir cumhuriyete sahip olamayışımızı, cumhuriyet anayasası yapmayı beceremeyişimize, cumhuriyetin ne olduğunu bilmeyen insanların cumhuriyet anyasası yapmış olmasına bağlıyorum. Cehaletle cumhuriyet bir arada olamıyor! Her şeyden önce cumhuriyet anayasası yapacak olanların "kavram kargaşası içerisinden kendini kurtarmış olması gerekir." Özellikle; Ülke, vatan, devlet, millet, cumhuriyet gibi kavramların anlamlarının bu kelimelerin karşısına doğru konulması gerekiyor. Ülke ile devlet aynı şey midir? Anayasamıza göre öyledir! "Türkiye, Yönetim şekli cumhuriyet olan bir ülkedir." ile "Türkiye devleti bir cumhuriyettir." cümlelerini alt alta yazın hangisi doğru düzgün duruyor bir bakmak lazım. Daha birinci maddesi bu şekilde başlayan bir anayasadan cumhuriyet çıkamayacağı kesindir! "Türkiye" denildiği zaman, akla ülke gelmelidir. Türkiye devleti denildiği zaman ise, akla gelmesi gereken aynı şey değildir. Türkiye devleti sözcüğü ülke anlamına gelmez, ülkeyi kapsamaz. bu sözcük sadece devlet kurumlarını, kurumsal devleti kapsar. Ülkeyi kötülmekle devleti kötülemek aynı şey değildir. Ülkeyi kötülmek hainlik sayılabilir! unutmamak gerekirki en büyük ve ciddi hainler devletin içerisinde olmuşlardır! Eğer anayasana ülkeyi kötülemekle, devleti kötülemeyi aynı şelermiş gibi yazarsan, Bizzat "devlet" ülkeye ihanet eder ve sen onu kötülediğin zaman hain olan sen olursun! Okuduğum bir kitabın yazarı, "devlete sahip çıkmak lazım, devleti korumak lazım." diye bir ifade kullanmış. Bu kavram kargaşasının bir sonucudur. devlete sahip çıkılmaz, devlet korunmaz! Devletin varlık sebebi bir şeylere sahip olabilmek içindir devlet bir şeylere sahip olur! Develet, ülkeye sahip olabilmek için gereklidir. Ülkeyi sahipsiz görüyor isen, ülkeye sahip çıkmak gibi bir lüzum görüyor isen. Bunu "devlete sahip çıkmak lazım" diye ifade ediyor isen, O ülkeye ayzık olur yazık! Çünkü sen hiç bir zaman bu devlet nasıl devlettir. ülkeyi sahipsiz bırakıyor diye sormazsın sen! Yani kavramlar önemlidir. Anayasamız tam bir kavram pusluluğu içindedir. Ben cahil ilk mektem mezunu bir vatandaşım. bunu ben fark ediyorumda başkaları neden fark edemiyor? benim gibiler bu konuları düşünürler ise kolay fark ederler. Fakat fazla okumuş kişler bunu kolay fark edemezler! Çünkü bütün kitaplar Anayasadaki temeller üzerine, yani yanlış temeller üzerine oturtulmuş olduğundan, insanlarda tasilleri boyunca bu kitaplarla eğitilmiş olduklarından, Anayasa profesörü olsalar dahi hataları fark edemeyebilirler. Cehaletimle yanlış bir yönlendirmede bulunmuş isem, af ola. Saygılarımla.