30
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

Cumhuriyetin Değişmez Nitelikleri Değişmelidir (4)


4-MİLLETE GÜVENMEYEN CUMHURİYET TAKİYEDİR.

1982 Anayasasında ulusal irade, dışarıya karşı ayıp olmasın diye, anayasanın her yerine serpiştirilmesine ve sanki gerçekten varmış gibi göz boyamaya çalışılmasına rağmen, dikkatle incelendiğinde, egemenliğin kayıtsız şartsız yürütmeye ait olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bunun da anlamı yönetenler güvenilir, yönetilenler güvenilmez demektir. Yani milli iradeyi ulus yönetimine egemen kılmak: devleti, milleti ve memleketi tehlikeye atmaktır. Bu yüzden, anayasamızda olduğu gibi, milli iradeyi yönetime egemenmiş gibi göstererek vaziyeti idare etmek, yönetimi büyüklerimize bırakmak gerekir. Fakat “Büyüklerimiz de 85 senede ülkeyi ne hale getirmiştir” diye bir soru da istenmemektedir. Çünkü yanıt ortadadır. Onun da sorumlusu millettir. Cahil halkla daha fazlası olmamaktadır. Ve daha yüzlerce bahane vardır.

Devleti eline geçiren herkes, millet kavramını tapılası yüceltirken, Türk halkına hep tepeden bakmış ve hiçbir zaman için gerçek anlamda bir güven duymamıştır. Ülkede tüm sorunların kaynağı ya da her şeyin bir soruna dönüştürülmesinde eğitilmiş insanlarımızın ve politikacılarımızın çıkar kaygıları yattığı halde, sorumluluk hep halkın cehaletine bağlanmış, halkın iyiyi kötüden ayıramayacağı varsayımından hareket edilmiştir. Atatürk’ün, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü, TBMM’nin duvarlarında bir aksesuar olarak kalmış, milli irade zayıflatıla zayıflatıla, yürütmenin emrine verilmiştir.

En önemlisi de buradaki yürütme, parlamentoya dayalı bir yürütme olmayıp, işin partiye parlamentoya dayalı tarafı tamamen budanarak iğdiş edilmiş ve yürütme: bazı alanlarda başkanlık sistemini de aşan olağanüstü yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı ile askeri bürokrasinin gölgesinde kalmıştır.

Oysa Atatürk dönemindeki anayasalarda ulus egemenliğinin, yani parlamentonun üstünde hiçbir kuvvet yoktur. Cumhurbaşkanlığı makamı temsili yetkileri olan sembolik bir makamdır. Ve ayrıca yürütme de parlamentonun içinden ve halkın seçtiği insanlardan oluşmakta ve yürütme yetkisini, seçilmemiş veya TBMM dışından hiçbir kimseyle paylaşmamaktadır. Asker ise, siyasetin ve yürütmenin tamamen dışında kalmaktadır.

Oysa 1961 Anayasası ile getirilen, görev ve uzmanlık alanıyla ilgili görüş ve önerileri belirterek bakanlar kuruluna yardımcı olması istenen Milli Güvenlik Kurulu; 1982 Anayasasıyla yürütmeye ortak olmuş, “Kurul: devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir… Ve bu kararlar Bakanlar Kurulu tarafından öncelikle ele alınır. “ şekline gelmiştir.

Milli güvenlik kurulunun oluşumu ve çalışma tarzı bakımından da parlamento devre dışı kalmıştır. “Milli güvenlik kurulu, Cumhurbaşkanlığının başkanlığında, başbakan, Genel Kurmay Başkanı, kurul üyesi bakanlar ve kuvvet komutanlarından oluşur. Gündemi başbakan ve genel Kurmay Başkanın teklifleriyle, Cumhurbaşkanı tarafından hazırlanır” denilmektedir.

Görüldüğü gibi oluşumundan çalışma biçimine dek, parlamento kökenli, yani halkın temsilcisi üyeler hem arka planda kalmakta ve hem de sayıca 5-4 geride kalmaktadır. Buna parlamento dışından bir cumhurbaşkanı da eklenirse durum 6 ya 4 olmaktadır. Ve kurulda, sadece güvenlik konuları değil, ülke yönetimiyle ilgili tüm iç ve dış gelişmeler görüşülebilmekte ve kurul yürütme erkinde, ülke yönetiminin tepe noktasını oluşturmaktadır.

Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar adlı kitabında bu durumu şöyle açıklamaktadır. “Anayasal karar mekanizmaları işletilmek istenirse, 1982 Anayasası’nın, askeri darbelere ve darbe anayasalarına gerek bırakmayacak sürekli, örtülü askeri müdahaleye tam bir yasallık sağladığını söylemek, abartma olmaz sanırım. 1982’den bu yana pek fazla kullanılmamış olan bu yetki rezervlerinin ne zaman kimler tarafından tam kullanılacağı ya da ne zaman kimlere kullandırılacağı önemli bir sorudur. Aktif bir cumhurbaşkanının veya askeri bürokrasi tarafından yönlendirilecek uysal bir cumhurbaşkanının denetimsiz iktidarına olanak sağlayan bir belgedir. Askeri bürokrasinin arkasında bulunduğu böylesi bir yürütme üstünlüğü sisteminde hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının sınırı ise yok gibidir.” demektedir.

Her ne kadar 2001 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle MGK’na başbakan yardımcılarıyla Adalet bakanı da üye yapılarak, oy dengesi sivil kanada geçtiyse de, askeri bürokrasiyi oyla sınırlamak her zaman olanaklı değildir. Önemli olan, devletin diğer bürokrat kesimlerinden farklı olarak, askeri bürokrasinin yönetime doğrudan ortak edilmesi ve bunu kimsenin yüksek sesle telaffuz edememesidir. Çünkü birileri bundan dolayı rahatsızlığını belirttiğinde, doğrudan askere ve orduya karşı olmakla, dış mihrakların işbirlikçisi ve vatan haini olmakla suçlanmaktadır.

O zaman ben de bu milli irade karşıtı milliyetçilere soruyorum. Atatürk devlet hizmetine girdiği ilk yıllardan başlayarak, daha din ve devlet ayrılığını bile gündeme getirmeden önce, İttihat ve Terakki’nin 1909 Selanik Kongresinde, asker siyaset ayrılığını savunmadı mı? Bu yüzden İttihat ve Terakki kendisini, İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla Sofya’ya göndermedi mi? Balkan Savaşlarındaki hezimet, Kafkas cephesindeki felaket, ordunun boğazına dek siyasete batmasının sonuçları değil miydi? Ve yine cumhuriyetin ilanından hemen sonra Atatürk’ün, milletvekili olan, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Kazım Karabekir gibi Paşaları: ya siyaset ya askerlik tercihine davet etmesini ve ölene dek, orduyu siyasetin dışında tutmasını nasıl değerlendiriyorlar?

Şimdi bunlara bakarak, Atatürk için de asker ve ordu düşmanı diyebilirler mi? Atatürk’e dış mihrakların işbirlikçisi ve hain diyebilir misiniz? Öyleyse Atatürk’ün bu çok doğru ve çok güzel ilkesini savunan insanları, nasıl hainlikle suçlayabiliyorsunuz? İnsanlar hem askerini ve ordusunu sevip, hem de askerin yönetime (siyasete) karışmamasını isteyemez mi? Bildiğim kadarıyla Türk milleti askerini çok sever, ama politikanın (yönetimin) dışında kalmasını ister.

Sağlıkçıların, eğitimcilerin, maliyecilerin ve benzer diğer bürokrasinin, seçilmişler gibi yönetime katılmasına karşı olmanız, bu kurumlara karşı olmak veya vatan hainliği olmuyor da, askeri bürokrasinin katılmasına karşı olmanız neden hainlik oluyor. Bence bunda akıl mantık yok; bunda bir göz boyama ve bir kurnazlık var. Çünkü cumhuriyet çok açık ve nettir. Devlette her kurum görevini yapar. Yönetim erki ise yalnızca halka aittir. Hiçbir kurum, halkın egemenlik haklarına ortak edilemez. Gerçek Atatürkçülük, gerçek yurt sevgisi ve gerçek milliyetçilik budur.

Şimdi tüm bu yazdıklarımızdan sonra ve yazamadığım daha pek çok anti demokratik veriyi içeren bu 1982 anayasasının, sivil ve ulusal iradeyi dikkate alan bir anayasa olduğu söylenebilir mi? Ve bu anayasaya dayalı bir cumhuriyet, gerçekten cumhuriyet olabilir mi? Gerçi dünyada mevcut cumhuriyetlerin çoğunun yalnızca adı cumhuriyettir. Ve aslında cumhuriyet kavramı ile uzaktan yakından bir ilgileri yoktur. Bir tespite göre, dünyada demokrasinin, yani halkın yönetimde gerçekten egemen olduğu 21 ülke saptanmış olup, bunların çoğunun adı cumhuriyet değildir. Meşrutiyet, krallık veya dükalıktır.

Açıkça söylemek gerekirse bizim cumhuriyetimizin de, gerçek bir cumhuriyetle fazla bir ilgisi yoktur. Ve ilginçtir; Atatürk’ten sonra, çok partili hayat, gizli oy, açık sayım, nispi temsil sistemi ve daha pek çok gelişme ile demokrasimizin de gelişerek, yirminci yüzyılın sonlarına gelmeden ( örneğin 1980’lerde) çağdaş bir cumhuriyete kavuşmayı hayal ederken, maalesef; bugün 1920’li yıllardaki ulusal egemenliği arıyoruz. Görüyoruz ki 1961 Anayasasıyla ulus egemenliğinden biraz vazgeçmişiz; 1982’de ise, hepten vazgeçmişiz. Ama hala yönetimin cumhuriyet olduğunu ve onun değişmez niteliklerinin değiştirilemeyeceğinin kavgasını yapıyoruz. Kaldı ki bunlar geriye dönük olarak, çok değişmiştir de zaten.

O zaman toplum neden ilerleyemiyor, neden hep yerimizde sayıyoruz diye yakınmaya hakkımız yoktur. Eğer bunlar değişmez ve ilk günkü biçimleriyle korunacak ilkelerse, o zaman bunlar orada bir aksesuar olarak kalsın ve yasalara karışmasın, ya da değişerek çağa uygun yeni ve insani tanımlara kavuşsun.

Değişmezliği savunarak ileri gitmek olanaksızdır. Bir yerde değişmezliği savunuyorsanız, o zaman da yerinizde saymaktan yakınmayacaksınız. Bu yüzden cumhuriyetin kendisi de dahil, tüm özellikleri, çağdaş değişimlere ve gelişmelere açık olmak zorundadır. Zamanla ve çağdaş sistemlerle yüzleşmesi gerekir. Değişmez ve kapalı sistemlerde insani değerler çıkarlarla yer değiştireceğinden, sistemden insan faktörü silinir. Ve artık cumhuriyet dediğiniz şey, aslında cumhuriyet değil takiyedir.

Yayın Tarihi : 13 Temmuz 2008 Pazar 10:57:00


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
İzzet Kütükoğlu IP: 81.213.229.xxx Tarih : 13.07.2008 16:03:10

Sayın Nazmi Öner, Değişim ve yenilik yanlısı biri olarak görüşlerinize katılıyorum. Ne yazık ki, ülkemizde yenilikçi ve değişim yanlısı çok insan yoktur. Asıl Atatürkçüler yenilik yanlısı olması gerekirken, malesef bu gün her türlü değişimin yeniliğin karşısında kale gibi duruyorlar. Bazen düşünürüm Atatürk başka bir sima başka bir çehre, başka bir isimle, fakat aynı düşünce ve karekter yapısı ile bu gün orataya çıkıverse ne olurdu? Bu soruyu kendi kendime cevaplıyorum sonrada: Atatürk hiç kimseden çekmezdi Atatürkçüden kemalisten çektiğini! diye düşünüyorum. Bu gün ülkenin geldiği sonuçtan en çok rahatsız ve şikayetçi olanlar sözde Atatürkçüler kemalistlerdir. Halk artık Atatürk'ü çok sevdiği minnettar olduğu halde, Bunlara bakıp Bunlar Atatürkçü ise ben değilim deme noktasına gelmiştir! Hiç bir şeyi beyenmiyorlar, herşeyeden şikayetçiler, hiç birşeyden memnun değiller... Fakat her yeniliğin, her değişim düşüncesinin, her farklılaşmanın karşısındalar!!! Var mı böyle birşey?! Hiç bir şey deyişmeyecek ama sonuç değişecek, sonuç farklı olacak... Nasıl olacak bu? Her değişime her yeniliğe karşı çıkıyorsunuz, Zerre kadar yeniliğe tahammülünüz yok, bari yeni, daha modern, daha çağdaş bir cumhuriyete karşı çıkmayın! Daha farklı bir cumhuriyet anlayışına, bari buna direnmeyin! Direnmezlerse olmaaaaz! Ne anlıyorlar bunlar devrimcilikten anlamıyorum. eğer Atatürk sizin kafanızda olsa idi, bu ülkenin adı bile TÜRKİYE CUMHURİYETİ olmazdı. Çünkü o yenilikçi idi, çünkü o devrimci idi. Çünkü o bozuk ve yanlış olanı söküp atmıştı. Sahi bu gün devrimci geçinenlerin devrimden anladıkları nedir? Ben söyleyeyim. Atatürk'ün 1920 de "sizin gibi yobaz ve yenilik karşıtlarına rağmen yaptığı devrim ve yenilikleri korumak." yani bunların devrimcilik anlayışları 1920nin yeniliklerine sahip olmak. Be gözüm, sene 2000 aştı, elalem aya dolmuş kaldırıyor. sen hala 1920nin yenilerine yeni diyor muhafaza etmeye kalkıyor sonrada devrimciyim falan diyorsun! ! Tofaş Atatürk'ün bindiği otomobilin aynısını üretse kim o arabayı alıpta biner? Atatürk sağ olsa, O otomobile bugün biner mi? Sen nasıl devrimcisin ki, 1920nin yenilerini sahiplenmeyi devrimcilik zannediyorsun. Her şeye karşısın, istemezükçüsün tamam, bari daha mükemel bir cumhuriyet özlemi duyanlara karşı olma! Aslında karşı olman çokta önemli değil. Bu senin herşeye karşı halin, ila nihaye sürüp gidecek değil, birgün senin çocukların senin bu halinden usanacak, bu karşı olmaların hiç kimseye yararı olmadığını anlayacak ve senden ne varsa, senden ne kalmış ise yok edecektir! senin çocuğun senin gibi olmayacak, çünkü o yeni olacak, sen onada karşı olacaksın buna şüphe yok! Ama, ona yenilmeye, yeniye karşı yenilmeye mahkum ve mecbursun!!! "DAHA MÜKEMMEL BİR CUMHURİYET HERKESİN İDEALİ OLMALIDIR." İzzet Kütükoğlu Saygılarımla.


El Salud IP: 88.236.133.xxx Tarih : 15.07.2008 00:30:59

Sayın Öner, “Cumhuriyetin Değişmez Nitelikleri Değişmelidir” başlıklı yazı dizininizin 4. bölümüne geldiniz. Daha kaç bölüm daha devam etmeyi düşünüyorsunuz bilemiyorum. Ancak Cumhuriyetin değişmez niteliklerinin, Türkiye Cumhuriyetine yönelik dahili ve harici tehditler tümüyle ortadan kalkmadan değiştirilmesi taleplerinin, çok masum ve ülkemizi gelişmekte olan bir ülke olmaktan gelişmişler sınıfına geçirmeyi amaçlamadığını hepimiz bilmekteyiz. Çok partili sisteme geçildiğinden bu yana yaklaşık 60 yıllık sürede, sinsi sinsi yürütülmekte olan siyasi propagandalar zamanla Atatürk’ün çıkarttığı Cumhuriyet Devrimlerini hedef almıştır. Siyasal İslamın, Cumhuriyetin laiklik denetimiyle engellenen bireyin ve toplumun tüm yaşamını kendi şeriatına gore yönetme güdüsü, çok partili dönemle birlikte siyasete entegre olmak için uygun fırsatı bulmuştur. Atatürk Devrimleri ile kapatılan tekke ve zaviyeler ile tarikatlar önlerinde engel kalmadığını görüp tekrar faaliyete geçmişlerdir. Seçim sistemindeki aksaklıklardan yararlanarak %50 oy ile TBMM’de %86 temsil hakkını ele geçiren bir siyasi partimizin başbakanı, partisinin milletvekillerine “sizler isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz.” Demekten kaçınmamıştır. Yönetimin tamamen seçilmişlerin elinde olduğu 10 yıllık dönemde Türkiye’de tam bir kaos yaşanmış, meclisin %92ni ele geçiren siyasi partinin, Cumhuriyetin kurumlarını tahrip etmeye başladığı görülmüştür. Bu dönemde şehir merkezlerindeki ve okul bahçelerindeki Atatürk heykellerine geceleri yapılan saldırılar sıradan adli vakalar gibi değerlendirilerek, Menemen İsyanından sonra, Atatürk büstleri üzerinden Cumhuriyete yeniden saldırıların başlatıldığını görürüz. Atatürk’ün “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Sözüne atıfta bulunarak, “Oysa Atatürk dönemindeki anayasalarda ulus egemenliğinin, yani parlamentonun üstünde hiçbir kuvvet yoktur. Cumhurbaşkanlığı makamı temsili yetkileri olan sembolik bir makamdır. Ve ayrıca yürütme de parlamentonun içinden ve halkın seçtiği insanlardan oluşmakta ve yürütme yetkisini, seçilmemiş veya TBMM dışından hiçbir kimseyle paylaşmamaktadır. Asker ise, siyasetin ve yürütmenin tamamen dışında kalmaktadır.” açıklamasını yaparken, çok partili sisteme geçilmesinin sonrasında; Cumhuriyet devrimlerinin nasıl törpülenmaya çalışıldığını, siyasi rant elde edenlerin kamu mallarını nasıl yağmaladıkları, tarikatların tekrar örgütlenmeye başladıklarından, siyasete entegre olup parti kurararak demokrasi cığlıkları ata ata nasıl halkımızı kandırdıklarını, ülkemizin her taradfında Cumhuriyete düşman nesillerin yetiştirildiği devlet okullarının nasıl artarak yayıldıklarını, faaliyete başlayan tarikat okullarının ve hatta üniversitelerinin, laik Cumhuriyet kanunlarına gore ne denli tezat oluşturduklarından, ülkenizin kamu malları olan fabrikaların, sınai tesislerin, bankaların, sigorta şirketlerinin, limanların, havaalanlarının, maden yataklarının ve ormanlarının bir çırpıda nasıl yabancıların eline geçtiğinden, tarihinizde görülmedik şekilde halkınızın yarısının açlığa, %20nin işsizliğe mahkum edildiğinden, Halkın iradesinin, yolsuzluktan sabıkalı Fadıl Gündüz’leri veya terror zanlısı olarak tutukluları cezaevlerinden çıkartmak için nasıl gayrete geldiğini, adeletsiz bir temsil olanağı veren çarpık seçim sisteminizin aktörleri olan siyasi partilerimizin hiç de demokratik kurumlar olmadıklarını, bir genel başkan diktasının hüküm sürdüğü bu siyasi kurumların demokrasiye katkı sağlamalarının mümkün olmadığını yazmamışsınız. Mevcut anayasamızı çğdışı olarak nitelerken, dünyanın ilk anayasasına sahip olan ABD’nin 200 yıldan uzun süredir aynı anayasa ile yönetildiğini görmezden gelmektesiniz. Eleştirdiğiniz Cumhuriyet kurumlarımız olmaydı, bugün ne sizin özgürce yazı yazmanınızın ne de okuyucularınızın yazılarınıza yorum göndermelerinin mümkün olamayacağını dikkatinizden kaçmış görünüyor. Sonuç olarak Cumhuriyetimizin niteliklerinin, sizin talepleriniz doğrultusunda; “öyle sappadanak degiştireyim şuppadanak deleyim denebilecek gaydiriguppak karalamalar olmayıp, tersine Türk Milletinin incilleri.” Olduklarını hatırlatmak isterim.