18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Devlet anlayışları bakımından Yavuz ve Şah

On altıncı yüzyılın ilk çeyreğinde (1500-1525) Avrupa bin yıldan fazla süren bir uykudan uyanıyor, derebeyliği yıkıp, Ortaçağdan çıkmaya, merkeziyetçi mutlak kırallıklar kurmaya çalışıyordu. Akdeniz yoluyla yaptıkları doğu ticaret yolları kapandıktan sonra, adeta kapana kısılmış gibi, yeni çıkış yolları arıyor, bu uğurda aklı, bilimi, sanatı, dini ve hırsı, rekabeti her şeyi kullanıyor, ölümü göze alıyor, çalışıyor, çalışıyordu.

Fakat hiç birisi de dünyada söz sahibi bir güç değildi. Bu dönemde dünyada söz sahibi dört büyük devlet vardı. Bunlar Mısır’da Memluk Türk devleti, İran’da Safavi Türkmen Devleti, Anadolu ve Rumeli’de Osmanlı Devleti ve Hindistan’da Babür Türk İmparatorluğu.

Yani sanki dünya Türklere teslim edilmiş ve dünyayı Türkler yönetiyordu. Başka da dişe dokunur önemli hiç bir güç yoktu. Dolaysıyla Türk’ün rakibi de, düşmanı da Türk oluyordu.

Gök Medrese’nin bahçesinde tuğla kemerler

Özellikle de İran ile Anadolu’nun ortak malzemesi Türkmen’di. O zamana dek Türkmen dozer gibi yolu açar, devlet arkasından gelirdi. Selçuklu Devleti, Nişabur’dan, Rey’den İsfahan’a nasıl ki adım adım gelmiş ise, Anadolu’yu da Türkmen adım adım aşarak, İsfahan’daki devleti Konya’ya taşımıştı.

Osmanlının ilk dönemlerinde ve Balkanlara açılmasında da Türkmen önemli bir akıncı-öncü kuvvet olarak görevini başarıyla yerine getirmişti. Çünkü göçebeydi, belli bir yere ve katı kurallara bağlı olmadan yaşadığından, yer değiştirmesi kolaydı. Yani göçebenin İslam anlayışı da, devletin siyasal İslam anlayışından farklıydı.

Türkmen’in İslam anlayışı: göçebeye külfet olmayan, insanı sıkmayan boğmayan, kalıplaşmış katı kurallar yerine sevgi ve duygu ile sonuca ulaşılan İslam anlayışıydı. Şamanizm’in hoşgörüsü, doğa ve insan sevgisi, çölün ve bozkırın engin boşluğunda yaşadığı sınırsız bir özgürlüğün tadını taşıyan bir İslam. Çünkü Türk dediğin, hayatı boy teşkilatının sıkı kuralları içinde yaşayan, boylar arasındaki anlaşmalarla kolayca devlet kuran, anlaşma bozulunca da, o devletten ayrılıp, kendi başına kendi boyunun devletini de kurabilen bir gelenekten gelmektedir.

Osmanlı göçebeliği kendine yük sayıp, yerleşikliği savunarak, kul sistemini getirip Türkmen’i dışlayarak, devleti milletin önüne koyup Türkmen’e tepeden bakarak, adeta Türklüğünden utanıp Osmanlılığı savunarak bu anlaşmayı bozmuştur.

Türkmen’le fethettiği Anadolu’da, sınırlar denizlere varıca, ateşli silahlar mertliği gölgede bırakınca, Türkmen’in göçerliğine, yüreğine ve bilek gücüne gerek kalmayınca, yani artık Türkmen’in varlığı devlete bir fayda sağlamayınca, başlar baskılar yerleşmesi için toprağa. Devlet karşıdır artık dağda gezen adama… Yerleşeceksin bir yere diye, ferman çıkar dört bir yana… Türkmen’in yanıtı, Dadaloğlu’nun ağzından şöyledir.

Belimizde kılıcımız kirmani
Dağı deler mızrağımın temrani
Hakkımızda devlet etmiş fermani
Ferman padişahın dağlar bizimdir

Tebriz’de büyük pazarda bir cami

Çünkü Anadolu ele geçirilmeden önce nasıl ki, dağda gezen adam korku salıyorsa yerleşik yaşayan düşmana, şimdi o yerleşikler devlete teba ve vergi veriyor Osmanlıya. Bu yüzden devletin ihtiyacı artık savaşana değil vergi ödeyen vatandaşa. Öte yandan devletin ihtiyacı artık savaşçılıkta da, hak ve adalet isteyen insana değil, kula köleye, emredileni sorgulamadan itirazsız yapana ve yönetene tapana.

Bu yüzden Osmanlıda hayatlarını tehlikede gören Türkmenlere Pir Sultan Abdal yolu gösteriyor. Açılın kapılar Şaha gidelim.

Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar şaha gidelim

Her nereye gitsem, yolum dumandır
Bizi böyle kılan, ahd-ü amandır
Zincir boynum sıktı hayli zamandır
Açılın kapılar şaha gidelim

Çünkü Şahın devleti Türkmen’in devletidir. Kızılbaşlık, Türkmen’in Şamanizm’e ve doğal yaşamına uyarlanmış ılımlı İslam’ıdır. Şahın ordusunda hala ateşli silahlar değil, bilek ve yürek gücü, mertlik ve yiğitlik geçerlidir. Bunun için Padişahın kulu olmaktan, Şahın müridi olmak, Türkmen’e yeğ gelmektedir. Çünkü orada her şey, insan için, inandığı değerler içindir.

Yavuz’a göreyse, artık göçebe devlet geleneği bitmiştir. Göçebe devletler gelip geçicidir. En büyük göçebe imparatorluğu olan Moğollar bile, Saman alevi gibi gelip geçmiştir. Orta Asya’da binlerce sene Çin İmparatorluğunu defalarca yenen göçebe Türk devletleri anayurdunu terk etmiş, fakat Çin hala yerindedir. Kalıcı olmak için merkeziyetçi, güçlü devletler, eğitimli daimi ordular kurmak gerekir. Yani devlet öncelikli ve ön plandadır. Hatta Osmanlının devamı olan TC’de bile hala insan: devlet, cumhuriyet, laiklik, din, ordu, yargı vs. pek çok kavramın gerisinden gelmektedir.

Bu açıdan bir karşılaştırma yapılacak olursa, Şahın devleti bu özelliklerden yoksun, geleneksel göçebe bir Türkmen devletidir. Safaviler de Çaldıran yenilgisinden sonra, özellikle de Şah Abbas döneminde ordu ve devlet anlayışlarını değiştirdiler.

Çaldıran Savaşının nedenlerine gelince, aslında Yavuz’un Türk İslam dünyasına hükmetmek gibi bir ideali olmakla birlikte, bu yönde kendisini Şafi Kürt aşiretleri de kışkırtıyordu. Özellikle de Akkoyunluların Diyarbakır ve Tebriz sarayında, önemli görevlerde bulunan Molla İdris-i Bitlisi, Akkoyunluları ortadan kaldıran Şah İsmail ve mezhebine karşı kin ve öfke içindeydi. Fakat ll. Beyazıt’ı ikna edemedi.

Safavi yönetimine giren Doğu Anadolu’da: Şafi kesimler karşı çıkıp, Osmanlıyı kışkırtırken, Dersim, Sivas ve Erzincan yöresindeki alevi Kürtler ise Şahtan yanaydı.

Bu sırada ortaya çıkan Şah Kulu ayaklanması, Osmanlı Safavi ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu ve Yavuz tahta geçer geçmez İdris-i Bitlisi ile temasa geçerek, savaşın ön koşullarını oluşturdu.

Tebriz’de Gökmedrese Müzeside mezarlar
 

Savaşın sorumluluğunu karşıya yıkmak ve haklılığını kanıtlamak amacıyla, yayınladığı fetvada, Alevilerin allahsız, dinsiz ve sapkın olduklarını ilan etti. Yavuz’un Şeyhülislamı olan Nurettin El Hamza’ya hazırlatıp yayınlattığı fetva şöyledir.

Ey Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, iyiyi ve doğruyu açıklayan Kuran'ı küçük gördüler. Allah’ın yasakladığı günahları helal gördüler… Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden veya yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdirler. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların görevidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri yüce cennettir. O kafirlerden ölen ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği ve avladığı hayvanlar murdardır. İslam’ın Sultanının onlara ait kasabalardakileri bütün insanları öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır. Bu şehirde de (İstanbul ) onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimseler öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir. Dine yardım edene Allah yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah Kötülük yapar.”

Görüldüğü gibi Yavuz’un talimatıyla hazırlanan fetva ile katliama zemin hazırlamak ve Alevilere yönelik kin ve nefret duygularını artırmak için her türlü yönteme başvurulmuştur. Bu amaçla Alevi katliamına önayak olan izin fetvalardan biride, şeyhülislam İbni Kemal tarafından yazılmıştır. Bu fetvada da “Kızılbaş topluluğu şerri yasalar gereği öldürülmenin helal olacağı ve İslam askerlerinden onları öldürenlerin gazi, bu uğurda ölenlerin ise şehit olacağı” dile getirilmiştir.

Tabiî ki, savaş öncesinde bu fetvanın gereği yerine getirilirken Osmanlı Tarihçilerine göre 40 bin, Safavi tarihçilerine göre 100 binden fazla alevi katledilmiştir. Genellikle devleti arkasına alan Şafi Kürtler, alevi Kürtleri ve Türkmenleri katletmiştir.

Savaş anında da, ateşli silahlarla pek çok Türkmen öldürüldüğü gibi, Osmanlının kayıplarının da Safavilerden daha az olmadığı söylenmektedir. Ve yine İran kaynakları ret etse de, Şahın da düşmanlarına karşı çok acımasız olduğu ve özellikle de Akkoyunlu soyuna karşı duyduğu öfke ve nefretin hiç bitmediği, hanedan soyundan başka, Akkoyunlulara bağlı tüm boy ve oymaklarla, Tebriz’deki Sünnileri merhametsizce öldürttüğü ileri sürülmektedir.

Fakat aslında Yavuz’unkine benzer katliamların İran’da Şah Abbas döneminde yaşandığı, Sünni ve alevi olan İran’dan, Şii bir İran yaratıncaya kadar onun da yüz binlerce insanı öldürttüğü çoğu tarihçilerin birleştiği bir noktadır.

Fakat bu savaşlar burada bitmemiştir. İran’daki Türk devletleriyle, Osmanlının savaşları hep sürüp gidecektir. İlginçtir, sıcak bir çatışmaya dönüşmemiş olsa da, İran ile Türkiye arasındaki soğuk savaş da hiç bitmemiştir. Bu durum belki de, konumlarının ve koşulların gereğidir.
 

Yayın Tarihi : 24 Haziran 2012 Pazar 09:22:13


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?