25
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Devlet ve Açılıma Bakış

1-DEVLETİN İNSANA BAKIŞI VE OLAYLARA YAKLAŞIMI NASILDIR?

Devletin bu soruna ve halkı ilgilendiren tüm sorunlara bakışı maalesef hep sorunlu olmuştur. Hep sorunu inkâr ve halkın daha geniş bir elbise talebine daha dar bir elbise ile karşılık vermek biçiminde olmuştur. Devlet insanı devletin tekelinde ve devlete hizmetle yükümlü, demirbaş bir malzeme gibi görmüş, Türk insanını hiçbir zaman için, hakları ve özgürlükleri, hayalleri ve umutları, duyguları ve düşünceleri olan bir insan olarak düşünememiştir. Temel öncelik, devlettir, rejimdir, sistemdir. İnsan ise, insani olmayan daha pek çok şeyden sonra, en son halkadır.

Neden? Çünkü hakkı olanın hesap sorabileceğini düşünmüştür. Çünkü devlet üzerinde hakları olan ve devlete sorumluluk yükleyecek vatandaşlar yerine, devletin dayattığına razı olan kullar gerektiği düşüncesi egemendir. Çünkü devlet millet gibi, içi boş çıkar kavramlarına insanı feda edebilmesinden dolayı, insan devletin en değersiz varlığıdır.

Aslında elbette ki o, insanların üstünden devlet saltanatı sürmektedir. Bu yüzden insan en temel varlığıdır. Ama bunu öne çıkarmasa da, insanlarını istediği gibi kullanabilecektir. Hatta insanına ne kadar dünyayı dar ederse, insanı ona o kadar kul köle olacaktır. Hal böyleyken devletin insanlara hak ve özgürlük vererek şımartması başına bela açması anlamına gelir. Devletin ihalelerle, bütçe paylaşımı ve götürmelerle, devlet sırtından sürdürülen saltanatın paylaşımıyla ilgili bir sürü derdi varken bir de insanlarla uğraşmak, doğrusu abesle iştigaldir. O yüzden bir devlet için hak ve özgürlükler alanı, verme değil, geri alma alnı olarak kalmalıdır.

İşte bu devlet anlayış ve geleneğinin doğal sonucu olarak 12 Eylülde de tüm hak ve özgürlükleri, barışı ve sevgiyi kısacası insani olan her şeyi büyük bir çukura doldurup üzerine tonlarca beton döktüler. Bu yüzden 30 senedir çıkaramıyor hiçbir kimse hak ve özgürlükleri gömüldüğü çukurdan. Sevgiyi çıkaramadığından, bu kuyudan, nefret duygusu her yere sinmiş, insanlar kin ve öfke kusuyor, çatışma eksik olmuyor toplumdan. Ve bir günlük, (24 saate sığdırılan) cinayet ve felaket haberleri, normal bir toplumun bir yılda yaşayabileceklerinden fazladır.

Yani devlet kürdü bahane etti, hepimizin hak ve özgürlüklerini ketmetti. Beni kendi ülkemde bir suçlu gibi, hep korku ve endişe içinde, baskı ile yönetti. İlk kez havaalanından dışarı adımımı attığım zaman 53 yaşında anladım özgürlüğün ne olduğunu.

Ama ben insan olarak tüm haklarımı istiyorum. Kürt de faydalanacak diye tüm Türkiye halkının hak ve özgürlüklerinin kısılmasını kabul etmiyorum. Ben bu dünyaya ne Türk olmak için, ne Kürt olmak için, ne zenci, ne beyaz olmak için gelmedim. Ben bu dünyaya insan olmak için ve insanca yaşamak için geldim. Ve 64 yaşına geldim ülkemde hala kendimi devletin kulu, kölesi, oyuncağı olarak hissediyorum. Her an için herhangi bir bahane ile başıma olmadık işlerin getirilebileceğini düşünüyorum. Huzur içinde ve rahat değilim.

Ama Köln’de, Lüxenburg’da, Amsterdam’da, Sydney’de, Brüksel’de, Paris’te kendimi daha özgür ve daha korkusuz hissediyorum. Demokrasiye bayılıyorum. Ama ben bunları ülkemde yaşamak istiyorum. Ülkemi, insanımı seviyorum, özlüyorum.

Çünkü Türkiye’mi çok sevdim, üstünde yaşayan tüm insanlarını ayrımsız çok sevdim, ama ne yalan söyleyeyim devletimi sevemedim ve en önemlisi ona hiçbir zaman için güvenemedim. Dünyadaki mevcut devletler sisteminden ise hep nefret ettim.

Çünkü benim devletim insanını hiç sevmedi ve asla hiçbir zaman için kendi insanına güvenemedi. Adımı sorsa, sözüme güvenmedi otuz yerden belge istedi. Her zaman için vatandaşlarını potansiyel suçlu olarak gördü, telefonlarımı dinledi, siyasi düşüncemi fişledi, ne giyip, nasıl yaşayacağımı, neye inanıp neyi inkar edeceğimi belirledi; duygularımdan yatak odama kadar karışarak, kişilik haklarıma tecavüz etti ve bana tercih olanağı vermedi.

Ve yine vatandaşına hiç güvenmediği için, devleti vatandaşa karşı yasalardan, baskıcı anayasalardan oluşan bir zırhın ve büyük orduların koruması altına aldı. Hiçbir gereği yokken, dünyanın ilk beş büyük ordusundan birisinin harcamalarını milletin üstüne yıktı. Çünkü dünyada hiçbir kimse bizim ordunun büyüklüğüne akıl erdirememiştir.

Rusya Türk Ordusunun bu denli büyük olmasını, “Benim için besliyorsa çok küçük, kendisi için besliyorsa çok büyük” diye yorumlamıştır. Ve seksen beş senelik TC tarihinde ordumuzun, önemli bir dış çatışma içine girmediği, hep içerde kendi halkı üzerinde bir tehdit ve gözdağı aracı olarak kullanıldığı da bir gerçektir.

Devletin görünen veya derinde kalıp görünmeyen temsilcileri, devletten beslenenler, egemen güçler, onların işbirlikçileri, komplocular, iç ve dış düşmanlıklar yaratarak, halkları kamplara ayırmışlardır. Birbiriyle kavgalı hale getirmişlerdir. Birbiriyle kavga eden taraflar, bir de devleti karşısına almak yerine devlete yaranmaya, onu kutsallaştırıp tapınmaya ve arkasına alma cabası içine girmiştir.

Devlet ise bu kurnaz ve pis oyununun meyvelerini, çıkarına uygun olanı, işine geldikçe, işine geldiği zaman ve yerde desteklemek biçiminde toplamıştır.

Ayrıca hem bu düşmanlıklar karşısında devletin savunulması önceliğinden, hem devletin gazabından korunmak için kimsenin hiçbir şey istememesi, her şeyiyle bu kurnaz ve kirli yapıyı desteklemesi istenmiştir.

Devleti arkasına alan, devletle işbirliği içindeki çevrelerin en büyük ve her dönemde geçerli silahları Sevr Antlaşmasıdır. Ayrıca, komünizm, solculuk, bölücülük gibi zamana göre değişen çok değişik silahlar da kullanılmıştır. Ama elbette ki en geçerli ve en katmerli silah, imzalanıp yürürlüğe bile girmemiş olan, ölü bir anlaşmadır. Siz devletten en doğal bir hakkınızı bile isteseniz, devlet bunu vermek istemez ise eğer, sizin bu isteğiniz yüzünden Sevr antlaşması yoldadır. Ülkenin parçalanmasına sebep olacaksınızdır.

Devletçiler, devletten geçinen milliyetçiler, bu pastadan pay alanlar, bilinçli olarak Sevr Antlaşmasına saplanıp kalmıştır. Sevr, devletçilerin halka karşı kullandığı sopadır. Çünkü aslında Sevr diye bir anlaşma olmadığı gibi, dünya şu anda Sevr düşüncesinin, doksan sene ilerisindedir. Dünya da o dönem sömürge çağıdır. Oysa sömürgecilik İkinci Dünya Savaşından sonra tasfiye olmuştur.

Ayrıca bir yeri sömürmek için artık orayı işgal etmek gerekmemektedir. Dünyada herkes yabancı sermayeyi, (gel beni sömür dercesine) kırmızı halı yazarak karşılamakta ve kucak açmaktadır. Sevr’in modası geçmiş olup, halkın bunu anlaması ve Sevr tehdidiyle, Kürt sorunu gerekçesiyle haklarından vazgeçmemesi gerekir.

Türkiye’nin sorunları dikkatle inceldiği zaman, sorunların temelinde hiçbir zaman için verilmiş hak ve özgürlükler olmadığı, aksine tüm sorunların temelinde ve çözümsüz kalmasında hak ve özgürlüklerin kısıtlanıp despot ve dayatmacı bir devlet anlayışının dayatılmasından kaynaklandığı görülecektir.

İşte bu dayatmaların da Türkiye’yi nereye getirdiği görülmektedir. Elbette ki, 12 Mart cuntası, 1961 Anayasasının getirdiği hak ve özgürlüklerle, Türk insanının hakları ve sorumlulukları olan çağdaş bir vatandaş olmasını içine sindiremediğinden, hak ve özgürlükleri Türk milletine layık görmediğinden, anayasayı budayıp, kabak çıkarmasıyla başlayan gelişmeler, bizi bu günlere getirmiştir.

Doğaldır ki ülkenin aklı başında aydınları, öğrenci gençliği bu duruma karşı harekete geçince, insanların özgürlük taleplerine devletin yanıtı, özgürlüklerin daha da kısılması ve daha fazla baskı ve tahakküm şeklinde gelişti. Bunun üzerine hak ve özgürlük talep edenlerin bir bölümü bunu zorla almak için şiddete başvururken, bir bölümü de bağımsızlık talebiyle dağa çıktı.
 

Yayın Tarihi : 19 Mart 2010 Cuma 11:53:28


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Yalçın Ertek IP: 85.110.237.xxx Tarih : 23.03.2010 23:24:38

Sayın  Nazmi Öner,Yazınızı zevkle okudum. Türkiyemizin bugün çektiği sıkıntıların gerçek nedenlerini çok güzel analiz etmişsiniz..Tebrik eder, saygılarımı sunarım.Yalçın Ertek.