29
Mayıs
2024
Çarşamba
ANASAYFA

Eğitim beyni açar mı, köreltir mi?

Demokrasinin gelişip yerleşemediği ülkelerde, insanların beyni eğitim yoluyla köreltilerek, bağımsız düşünmesinin engellendiğini, devlet veya egemen güçlerin dayatmalarını doğrulamak istercesine onların arkasından gittiğini ve onların çıkarlarına alet edildiğini düşünüyorum.

Elbette ki bu durumun birinci derecede sorumlusu devlettir. Yani devlet böyle istemektedir. Bir başka deyişle, devletler eğitim kurumlarını, vatandaşlarına istedikleri davranış ve düşünme alışkanlıklarını kazandırmak için kullanırlar.

Örneğin bir devlet derse ki, benim vatandaşım, herhangi bir durum veya sorun karşısında, dini, siyasi, etnik vs. çıkar çevrelerinin etkisinde yanlış düşüncelere kapılıp onların arkasına takılmasın, hiç kimsenin sözüne kanmasın ve gerçeği kendisi bulsun… Kendi doğrusunu savunabilsin… Ya da savunulanlar arasında doğru olanla, çıkar kurnazlıklarını ayırabilsin… Doğruyu savunsun, yanlışı yargılayıp sorgulayabilsin…

Evet, bir devlet böyle bir vatandaşı olsun istiyorsa, bunu uygulayacağı eğitim sistemi ile kolayca sağlayabilir. Yalnız böyle bir insan yaratmak için bilgiyi hap gibi hazır veremezsiniz. İnsanlar bilgiyi kendileri araştırarak, gözlem ve incelemeler yaparak, beyninde toplayıp parçalayarak, deneyip sınayarak ve ulaştığı değişik sonuçları değerlendirip yorumlayarak elde ederler.

Yani bilgi beynin değişik yöntemler, metotlar ve doğal kurallar çerçevesinde çalışmasının sonucunda bir beyin ürünü olarak ortaya çıkar. Yani beyin bu sistemde köreltilmek yerine çalışır, açılır, insanı en doğru değerlendirmelere ulaştırır ve hep açık tutar.

Fakat bir devlet de derse ki, benim vatandaşım düşünmesin, onun adına ben düşüneyim, yargılamayı sorgulamayı yalnızca ben yapayım ve düşüncemi dayatayım, o dayatılanı kabul etsin, egemen düşünceyi kabule şartlandırayım derse, işte onun uygulayacağı eğitim sistemi bu bizdekidir.

Az gelişmiş, demokrasi dışı kaba ve despot yönetimlerin eğitim sistemleri hep böyledir. Devletler bu uygulamalarla, kişisel hak ve özgürlük taleplerini önleyip, devleti kutsallaştırırken, halkı kullaştırmayı ve sürü haline getirmeyi amaçlar.

İmparatorluktan cumhuriyete geçişte, bizde bu süreç: önce insanların ümmetten devlete, kulluktan vatandaşlığa geçmesini sağlamak amacıyla, insanı kişisel olmasa da millet bazında önemsemek, ona değer vermek biçiminde başladı.

Fakat Atatürk sonrasında, yeniden ve bu kez devletin kulu olma biçimine dönüştü. 1950’lerde çok partili dönemde yeniden insana değer veriliyormuş ve kulluktan vatandaşlığa geçiliyormuş gibi yapıldıysa da, insanların beyinleri, devletin öncelikli ve tartışmasız kabul edilmesi istenen ideolojileriyle dolduruldu.

Fakat ne var ki, o dönemlerde eğitim sistemi bu sonuçları tam olarak desteklemediğinden, beyinleri tümüyle köreltmek de mümkün olmuyordu. Her ne kadar ezberci eğitim sistemi beyinleri köreltmeye çalışsa da, klasik sınav sistemi tümüyle beyin faaliyetini gerektiriyordu.

Gerçi klasik sistemde on soru ile en çok on konuyu ölçebiliyordunuz, ama ölçüm derinliğine bir ölçüm oluyor, problem çözmeyi, güzel yazmayı, düzgün ifadeyle rapor hazırlamayı, anlama ve anlatmayı içeren kapsamlı bir ölçüm şekliydi. Her aşamasında beyin aktif olmak ve çözüm üretmek zorunda kalıyordu.

Ama ne zaman ki üniversite seçme sınavlarında ölçme aracı olarak test uygulanmaya başladı, işte o zaman beyinler tümüyle köreltildi, kaybedildi. Çünkü artık yazmak yok, çözmek yok, çizmek yok. Yazılmış, çizilmiş, çözülmüş soruların içinden seçenek seçeceksiniz. Bunu yapmak için de hafızanıza depoladığınız ezber bilgilere, ezberlenmiş formüllere, ezberlenmiş yöntemlere ihtiyaç vardı.

Bu sistemin ilk darbesi laboratuarlara indi. Köy ilkokullarında bile basit laboratuarlar kurmaya çalıştığımız bir zamanda, test sistemi gelince, ortaokul ve liselerde laboratuarlar kapandı. Çünkü artık suyun analizini, yağmurun nasıl yağdığını, havanın yanma olayındaki rolünü deneyip görmenize gerek kalmamıştı. Bunları bilgi olarak hap gibi yutmamız, sorunun neresinde nasıl karşılaşırsak, hangi seçeneği seçeceğimize dair yöntemleri ezberlememiz gerekiyordu.

İkinci darbeyi dil, anlatım, okuma, düşünme ve sonuç çıkarma gibi yetenekleri geliştiren Türkçe ve Edebiyat dersleri aldı. Sosyal bilgilerde de artık haritaya çizime gerek kalmadı. Zaten öğrendiğin şeyin ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu bilmen de gerekmiyordu. Sınavda nasıl kullanacağından başka hiçbir şeyin hiçbir önemi yoktu. Bu yüzden ders kitabı ile test kitabı dışında başka bir kitap okumak, gazete dergi okumak bile zaman kaybıydı.

Çünkü eğitimin amacı insanı yetiştirmek değil sınavı kazanmaktı. Üstelik bu sistem beyinleri köreltmek için de, en etkili yöntem olduğundan, insanları sürüleştirmeye çalışan devlet veya egemen güçlerin arayıp da bulamadığı bir sistemdi. Eskiden eğitimsiz halkın sürü gibi hareket ettiğinden yakınırken, şimdi eğitilerek sürüleştirilenler daha sağlam bir sürü ve hatta kamplaştıkları yerde bir fedai gibiydi.

Cehaletiyle aşağılanan halkım
Cahildir, kabadır, görgüsüzdür.
Fakat sağduyulu ve iyi niyetlidir.
Doğruyu bulup ortaya koyamasa
Ve hiçbir çözüm üretmese de
Doğru ortaya geldiği zaman
Onu hemen tanır ve sahiplenir.

Sınav kazanmak için yapılan bir eğitimden de zaten başka bir şey beklenemezdi. Bu büyük yarışı kazanmak için her şeyden vazgeçmek ve ilkokul üçüncü sınıftan itibaren, formülleri ezberlemek, bilgiyi su gibi içmek, dağarcığı, çuvala pamuk basar gibi doldurmak gerekiyordu. Olayın vatandaş tarafı sınav kazanmaktı.

Fakat olaya egemen güçler tarafından bakıldığı zaman, adına eğitim denilen tüm bu zorlu ve zorunlu işlemler, beyinleri köreltmek için yapılıyordu. Fakat bunca işleme karşın hala da köreltilemeyen beyinler de çıkıyordu elbette.

Ama bunlar çok daha şanssızdı. Mutsuzdu. Çünkü bunların beyni çalıştığı için gerçeği görüyor, çıkarcının şartlanmalarından etkilenmiyordu. Fakat herkes mersine giderken o tersine gittiği için toplumda dışlanıyor, Donkişot muamelesi görüyordu. Toplumda beyni köreltilenler mutlu, köreltilemeyenler mutsuz ve yalnızdı.
 

Yayın Tarihi : 19 Ekim 2011 Çarşamba 10:17:38


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Nazmi Öner IP: 94.123.44.xxx Tarih : 21.10.2011 09:51:36

Sayın Cahil Aydın rumuzlu okuyucum. Yazımın ABD’ye veya başka herhangi bir şeye taraftar veya karşıt olmakla bir alakası yoktur. Benim o yazıda vurgulamak istediğim düşünce: aydınlarımızın her ne olursa olsun, bir şeye karşıt veya taraftar olma konusunda, ne iyi güzel, faydalı ve doğru kavramları, ne akıl, bilim ve mantık ürünü bir çözüm üretememesidir. Ürettiği tek çözüm, karşı olduğu gurubun düşüncesine karşıt bir tavır almak biçiminde olmaktadır. Ve bunun nedeninin, aldığı eğitimin bağımsız düşünme alışkanlığı kazandıramamış olmasından kaynaklandığını anlatmaya çalıştım.

Aydın dediğimiz okumuş insanlara eğitimin maalesef objektif düşünme alışkanlığı kazandıramadığı ve bu yüzden sorunların çözümünde akıl mantık ürünü doğru bir çözüm üretemediği, bunun yerine, tepede birilerinin yönettiği şartlandırmaları hiç düşünmeden benimsediği vurgulanmak istenmiştir. Özellikle de bu şartlandırmalar, birbirine karşıt şartlanmalar biçiminde ise birinin ak dediğine ötekinin hiç düşünmeden kara demesi gibi akıl tutulmasına dönmektedir.

Öte yandan ABD’ye karşı olmak, şeriat yönetimine hayranlıkla aynı yerde durmayı gerektirmez. Bu gün ABD karşıtlığı yüzünden İran hayranı arkadaşlarımla ben rahmetli Uğur Mumcu’nun cenaze töreninde “Türkiye İran olmayacak” diye bağırmıştık. O zaman İran’a karşı iken, nasıl ki ABD’nin taraftarı değilsek, şimdi de İran’a hayran olmadan yine ABD’ karşıtı olmaya hiçbir engel yoktur. 1919’ların Türkiye’sinde ise durum tamamen farklıdır. O günleri bugüne bakarak değerlendirmek çok kolay görünse de, yani akıl mantık sahibi herkes elbette ki bağımsızlığı seçer gibi görünse de, maalesef bu o kadar kolay bir şey değildir. Daha doğrusu böylesi bir düşünce, o günün koşullarını bilmeden, “Bekara karı boşamak kolaydır” atasözümüzü doğrulayan hamasi bir düşüncedir.
Çünkü o gün siz de olsanız, ben de olsam ya İngiliz himayesini, ya da Amerikan mandasını savunurduk. Siz eğer “Hayır ben bunları savunmazdım” diyorsanız, kendinizi Atatürk sanıyorsunuz demektir. Çünkü o zaman bu iki görüşü aşıp da bağımsızlığı savunabilen tek insan Atatürk’tü. O zaman, ortada ne bir devlet, ne oluşmuş bir millet ve ne de ordu vardı. Muhafazakar kesim İngiliz himayesini, aydınlar Amerikan mandasını savunuyordu. Atatürk Erzurum ve Sivas kongrelerinde bu düşüncelerle savaştı ve bağımsızlık düşüncesi, Sivas Kongresinin en önemli sonucuydu aslında. Onun için herkes Atatürk olamayacağına göre, o günün mandacılarını da hor görmemek gerekir. Bu ülkenin bağımsızlığı o mandacıların Atatürk’ü desteklemesi sayesinde kazanılmıştır.

Ama bugün dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip, en büyük beş ordusundan birisine sahip bir asra yaklaşan bağımsız Türkiye’sinde manda ve himaye benzeri düşünceler elbette ki çok ayıptır. O günün koşulları ile bugünün koşulları taban tabana zıttır. Koşulları eşitmiş gibi göstermek ise, Atatürk'ün başardığı mucizeyi, basit bir başarı seviyesine düşürür.


Dr. S. A. IP: 78.161.235.xxx Tarih : 21.10.2011 21:17:24

Sayın Nazmi Öner; Yazıma kendime özgü bir deyişle başlayacağım: "Düşmanı ortak olanlar, yerine göre dost olurlar !" "Yerine göre" tabirinde, bu dostluğun da kalıcı olmayacağını, yaşanan günlerin şartlarına göre bir dayanışma olacağı şeklinde algılanmasını arzularım. Mustafa Kemal Atatürk, keza, Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı yıllarında batılı emperyalistlere karşı aynı mücadele içinde olan Sovyetlerle - her iki ülkenin çıkarları açısından - dayanışma göstermiş, fakat Türkiye'yi de sonrasında hiçbir zaman komünist rejime sokma düşüncesinde olmayıp, bununla ilgili olarak da en büyük mücadelesini vermiştir. Cahil Aydın cinas yapan bir sembol olarak riyakârlık göstermez; "ABD'ye kafa tutabiliyor diye" Şeriat İranı'na hayran da değildir; gerçek bir Atatürk milliyetçisidir ve de gerçek cahil aydınları çok iyi bilmektedir. Kent Haber Sitesi'nin 20.10. 2011 tarihli "İngiliz basınında şok yorum !" başlıklı yazısına gönderme yapan Cahil Aydın , "İran'ın pekakaya yardım etmediğini" belirterek düşüncesini açıklamıştır; hiç, ABD'nin beslediği melunlara, ABD karşıtı bir ülke yardım edebilir mi ?! Kent Haber Sitesi'nin köşe yazarları olan sizler, edebî bir usta olarak aynı zamanda ülke ve dünya siyaset tarihine vakıf kişilersiniz. Yapıtlarınıza gönderdiğim yorumlar kesinlikle sizlere bir katkıda bulunmak ve ukalâlık yapmak amacıyla değil, naçizane olarak içimi dökerek rahatlamak amacını gütmektedir. Affınıza sığınarak en içten saygılarımı sunarım.  


Nazmi Öner IP: 94.123.44.xxx Tarih : 22.10.2011 00:27:55

Sayın Geyikçi. Köy Enstitüleri her konuda iş ve düşünce üretebilen ve bunu uygulama yeterliğine sahip insanlar yetiştirmek zorundaydı. Çünkü Türkiye’nin % 80 köylü olup, köyler çok ilkel vaziyette idi. Devlet buralara ulaşamıyordu. Fakat Köy Enstitü mezunu düşünme yeteneğine sahip beyinleri, iktidarların kendi çıkarları doğrultusunda şartlandırmaları zor ve hatta olanaksızdı. Bu yüzden beyni açan, çalıştıran ve her konuda kendi çözümünü üretebilen insanların yetişmesini sağlayan bir eğitim yerine, kontrol edilebilecek, verilen düşüncelere şartlandırılabilecek, güdümlü insan yetiştirmeye yönelik eğitim sistemine geçildi. Zaten benim yukarıdaki yazımda anlatmak istediğim de budur. Ve bu durumda okumayan beyin okuyana göre daha açık, ya da en azından köreltilmemiş. Yoksa elbette ki eğitime karşı olmam söz konusu olamaz. Ama eğitim beyinleri açmıyor, köreltiyorsa, bunu da fark etmemiz ve önlem almamız gerekir diye düşünüyorum.
Sayın Dr. S.A. rumuzlu okuyucum. Sizin daha önceki yorumlarınızı da okudum. Gayet doğru ve düşünce ürünü faydalı şeyler yazdığınızı biliyorum. Ama taktir edersiniz ki her yoruma yanıt yazmak olanaksız. Yoksa lehte veya aleyhte yorumlarınızdan yararlandığımın bilinmesini isterim.
 


Erdal Geyikçi-Sanatcı.. IP: 88.226.44.xxx Tarih : 21.10.2011 13:53:32

Merhaba nazmi öner bey;Köşenizi okuyunca,Kendiminde ilk okul  mezunu oldugumu htırladım.hemen bir araştırma yaptım.Eskiden ilk okul mezunlarının nasıl yetiştigini araştırdım;Köy Enstitülerinde Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kurulmuşlar..

Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek köye göre öğretmen fikrini savunmuştu.

Köy Enstitülerinin Neden kapandığını araştırdı:Önceleri yaratıcılığın ön plana çıktığı eğitim anlayışının yerine giderek geleneksel, ezberci eğitimin yerleştiği öğretmen okullarına dönüştürülerek 1954'te kapatıldılar.Neden okumadığıma gelince:İlk okulu bitirdigimde okumam için babam çok baskı yaptı.bende babama A-Z ye Okumayı yazmayı ögrendim demiştim.Okumaya karşı degilim.İnsanlar degişmeden,gelişe bilirler.ilk okuldan-ünüversiteyece oturarak okuyoruz.mezun olduktan sonrada oturacak bir makam arıyoruz.Kısacası:Okullar artık iş alanına dönüşmüş.

Şimdi soruyorum:Köy Enstitülerimi,yoksa şimdiki egitim anlayışımı dogru,Üretmek yerine,Tüketen bir toplummu yetiştiriyoruz.?
 nazmi abi.??saygılarımla.erdal geyikçi-sanatcı...


haci ziya gülkanat IP: 77.239.45.xxx Tarih : 19.10.2011 14:56:06

Ustadim Egitim cahilligi alsada insani degerlerden yoksunsa hic bir faydasi olmaz.!!

Mey tükenir,Saki kalir,

Her renk solar,Haki kalir,

Ilim cahilligi alsada,Mayasinda varsa,

Esseklik ruhu,Bu Insanda baki kalir.


Cahil Aydın IP: 78.161.235.xxx Tarih : 19.10.2011 18:16:45

Sayın Nazmi Öner; 15 Ekim 2011 tarihli "Aydının Cehaleti" başlıklı köşe yazınızın sütunları arasında "ABD'ye kafa tutabiliyor diye İran'a hayranlık duyanların" olduğunu belirtmiştiniz. Mustafa Kemal Atatürk, henüz girişimlerinin başlangıcında iken ve tam anlamıyla kendini göstermediği sıralarda, Anadolu'nun kurtuluşu için birçok aydın (!) Amerikan mandasının kabul edilmesi amacıyla yırtınıp-dövünüyorlar idi ! Bugünkü gelişmeleri de dikkate alarak ve Anadolu'yu kurtaracak yeni bir Mustafa Kemal'in olmadığı ve de Mustafa Kemal gibi birinin gelemeyeceği gerçekleri karşısında, acaba, ABD'nin güdümününü mü tercih etmeliyiz ? !