20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

En Büyük Tehdit Milliyetçilik (2)


2-SOSYOLOJİK ANLAMDA MİLLET

Milliyetçilik öncesi dönemlerde din temeline dayalı topluluklar ve dinsel nedenlerle yapılan savaşlar, ön planda iken, milliyetçilik fikirlerinin egemen olduğu 19 ve 20. yüzyıllarda, toplumların yapılanması ve savaşlara konu olan temel neden milliyetçiliktir. Dünyadaki İmparatorlukların dağılması ve her iki dünya savaşında ve şu anda yaygın olarak süren savaşlarda da temel etkendir. Onun için milliyetçiliğe geçmeden önce, millet kavramı üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Bu bakımdan milleti, mevcut akademik tanımına da bakarak yeniden tanımlamak gerekirse; kabaca, belli bir coğrafyada bazı ortak özelliklerle bir birine bağlanmış insan topluluklarıdır diye tanımlamak mümkündür. Bu ortak özellikler, ortak vatandan başlayarak, ortak tarihe (ortak geçmiş ve dolaysıyla kültüre); dil, din ve ideallere doğru genişleyerek, geleceği de kapsayan bir yapılanma gösterir.

Özet olarak millet= dil+tarih+coğrafyadır denilebilir. Onları bir arada tutan coğrafya, aralarında iletişimi sağlayan dil ve ortak kültürü yaratan dil ve tarihtir; -ortak geçmiştir.-

Bunların önem derecesi, önceliği sonralığı ve bunların dışında başka faktörlerin de varlığı vs. sayılabilir. Ben bu akademik kavramlar üzerinde fazla durmak istemiyorum. Bunlar sosyoloji kitaplarında ayrıntılı olarak vardır. Ve bu yazdıklarıma ilaveten önemli bir unsur daha vardır ki; millet tanımlarında ülkü birliği olarak geçen bu unsur, gelecek kurguları, gelecek beklentileri olup, benim de asıl üzerinde durmak istediğim ve önemsediğim öğe budur.

Her ne kadar milletin oluşmasında ve bir arada tutulmasında yukarıda sayılan unsurlar önemli bir yer tutmaktaysa da ve buna eklenebilecek başka unsurlar da bulunsa da, bunların geleceği de garantilediğini düşünmek pek de doğru olmaz diye düşünüyorum. Bir milletin gelecekte de bir arada varlığını sürdürebilmesi, geleceğini o coğrafya ve o milletin oluşturduğu devletin geleceğinde görebilmesine bağlıdır. Eğer gelecekten beklentiler, ülke insanları için ortak bir umuda dönüşmüşse, insanlar üzerinde bunun bağlayıcılığı, daha güçlü bir yapıştırıcı etkisi yaratabilmektedir. Ulus devlet olmayan devletlerdeki bağı bu şekilde açıklayabiliriz.

Çünkü o coğrafyada, o insanlarla ve o devlet ile kendine iyi bir gelecek göremiyorsa ve daha iyi bir gelecek için önünde başka bir seçenek de varsa, insanlar hiç tereddütsüz gelecek vaat eden seçeneği seçmekte, yurdundan, devletinden ve milletinden ayrılabilmektedir.

Tarih boyunca, millet ve milliyetçilik kavramlarının geçerli olmadığı dönemlerde bile bu durum, göçlere ve insanların dünya üzerinde sürekli hareket halinde dolaşmasına neden olmuştur. Örneğin M.Ö 1200’lerde neredeyse tüm dünya bir yerden başka bir yerlere taşınmış ve göçler yüzyıllarca devam etmiştir. Günümüzde yasaklar, sınırlamalar ve pasaport vize uygulamaları da, bu göçlerin ve dolaysıyla insanların karışıp kaynaşmasının önlenmesi için başvurulan tedbirlerin bir sonucudur.

Bu gün az gelişmiş ülkelere sınırlar açılmış olsa, düşünün o ülkelerde ne kadar insan kalır. İnsanların bu ülkeleri terk edebilmek için, insan kaçakçılarının elinde, nasıl ölümü bile göze alabildiklerini, ege denizinde yaşanan kaçak göçmen manzaralarından izlemekteyiz.

Sınırlar açılsa bizim ülkemizde ne kadar insan kalır, doğrusu bu da merak konusudur. Hayır, ne ekonomik ne de başka kaygılarla bizden kimse gitmez diyenlere, 1960 sonrasında, üç Baltık Cumhuriyetinin ve artı Malta’nın toplam nüfusundan fazla dış göç verdiğimizi hatırlatmak isterim.

Ayrıca ekonomik sıkıntılarla gidenler, ekonomik durumlarını düzelttikten sonra da ve onların ikinci, üçüncü nesli de Türkiye’ye gelmeyi düşünmemekte olup, yaşadıkları ülkelerin vatandaşlığına geçip Avrupa’da kalmışlardır. Başka milletlerden de çalışıp, para kazanıp dönmek için gittiği halde, Avrupa’da kalan pek çok insan vardır.

Yani bence bir milleti oluşturan fertlerin, gelecekte de millet olarak birlikteliğini koruyabilmesi için, en önemli unsur, onların gelecek kaygılarına, akılcı ve olumlu çözümler üretebilmektir. Aksi halde her milletten insanlar, ülkesini ve milletini rahatça terk edebilir. Çünkü gelecek kaygısı, insanlarda sevgi ve nefret duyguları kadar köklü ve etkili bir duygudur. Temel güvenlik duygusudur. Eksikliği korkuyu besler.

Ayrıca güç kullanarak insanları zorla bir arada tutamazsınız. Kimseye sen Türksün Türklerle birlikte Türkiye’de yaşayacaksın, Almansın Almanya’da yaşayacaksın, Acem’sin İran’da yaşayacaksın diye dayatamazsınız. Bu gün bu durumu dayatan şey, insanların başka alternatiflerinin olmamasıdır. Sınırların kapalı olmasıdır. Pasaport ve vize zorunluluğudur.

Ekonomik geçim düşüncesinin dışında, az gelişmiş ülkelerde rahatı iyi olanlar bile, siyasal baskılar, keyfi yönetim, ülkede üç gün sonrasının belirsizliği ve kısır gündemler, kısır çekişmeler yüzünden refah seviyesi yüksek, gelişmiş ülkelere gitmek ister. Bu gün Londra, Paris, Newyork gibi merkezlerde dünyanın her yerinden gelmiş olan insanların bir kısmı ekonomik sıkıntıdan gelmişse de, bir bölümü de, tersine varlıklı olduğu için gelmiştir. Ya da ülkelerinden çaldıkları paraları buralara aktaran yönetici veya onların işbirlikçileridir.

Bunlar da göstermektedir ki; insanların temel derdi soy sop, kültür falan değil, gelecek kaygısı ve geçim derdidir. Örneğin bugün Anadolu insanı tüm Avrupa ülkelerinde, kimi hemen içine girdiği topluma entegre olarak, entegre olmayı sahip olduğu radikal özellikler nedeniyle beceremeyen veya bilinçli olarak istemeyen kimileri de çevresine bir duvar örerek yaşayıp gitmektedir.

Ve ilginçtir ki artık büyük çoğunluk: kendi devletine ve ülkesine dönerek kendi milleti içinde yaşamayı düşünmemektedir. Entegre olamayan radikaller bile, doğup büyüdükleri ülkelerin özlemiyle yanıp tutuşsalar da, çocukları oraya entegre olduğundan, onları bırakıp dönememekte, Türkiye tatillerde yakınların ziyaret edilmesi ve anıların tazelenmesi için uğranan ülke durumuna düşmüştür. Amsterdam’da gözlediğim Acemler, Tunuslular, Maroklar ve başka milletlerin insanları da bundan farklı değildi.

Kaldı ki batılının milliyetçiliği, çaktırmadan ince sızı gibi, daha bir yakıcı, yıkıcı ve iç acıtıcıdır. Size sevgiyle yaklaşırken bile, bakışlarıyla davranışlarıyla kendi üstünlüğünü dayatır. O ülkede ikinci sınıf olduğunuzu hissettirir. Ama birinci sınıf vatandaş sayıldığınız ülkenizde hiçbir şeyseniz ve bırakın geleceği, yaşadığınız gün bile güvencede değilse, göçmenlik tercih edilir.

Avrupa’da, kırk yıllık göçmenlik anı ve gözlemlerini, “Göçmenlik Köprüsü” adıyla kitap halinde yayınlayan, değerli dostum İsmail Polat, “Bu geri dönüşün olanaksızlığını daha en baştan hissetsek de, döneceğiz diye bir süre kendimizi kandırdık” diyor kitabının daha en başında.

Şöyle ki:
“Her ne kadar hepimizin kafasında birkaç yıl çalışır geri gideriz, düşüncesi vardıysa da; hiç kimsenin geri gitmeyeceğini daha ilk yıllarda anlamıştım. İnsanların buralara gelmesiyle, yepyeni bir kültürle karşılaşacaklarını, yepyeni bir yaşam biçimi oluşturacaklarını sezmekteydim. Bu yeni oluşan yaşam kültürü içinde, belki kültürler daha da zenginleşecek, belki birbirlerine hor bakmaları sonucu daha da fakirleşecekti.” (Göçmenlik Köprüsü’nden)

Bilindiği gibi ülkemizde Avrupa’daki Türklere Almancı tabiri kullanılır. Ve Avrupa’ya ilk gidenler, hemen para kazanıp dönmek için gittiklerinden ilk yıllarda yatırımlarını köylerinden tarla traktör alarak, köyde yeni evler yaparak değerlendirmişlerdi. Sonra bu yatırımlar, sayfiye yerlerinde yazlıklar ve kent merkezlerinde dairelere dönüştü.

Şu anda ise gelen yatırımlar hızla geriye dönmeye başlamıştır. Artık Almancılar Türkiye’deki yatırımlarını Avrupa’ya taşımaya çalışmaktadırlar. Türkiye ile bağlar kopmuş, Türkiye anılarda nostaljik bir tada dönüşürken, Avrupa gerçek vatan olmuştur. Üstelik ne kimliğini kaybetmiştir ne de Anadolu insanından kopmuştur. Hatta orada Türkiye’de olduğundan daha fazla bir kaynaşma ve dayanışma içindedir Anadolu insanı. Endenozya’lılar, Cezayirliler, Surinamlılar için de ve başka milletler için de durum aynıdır.

Yani sosyolojinin ve devletlerin çok önemsediği millet kavramı, yerine göre bir nesil içinde, tüm önem ve değerlerini, geçim derdinin çözümüne devredebilecek kadar yapay bir bağ durumuna düşebilmektedir. Devletler tarafından sürekli beslenmezse, nostaljik bir kimliğe dönüşebilmektedir. Yani bir kimlik olarak kaybolmasa bile, dışa açılıp, başka insanlarla işbirliği içinde bir arada yaşamayı, tek millet ve tek kültür içinde yaşamaya tercih edebilmektedir.

Yani millet kavramından artakalan, ayakta kalan tek şey kimliktir. Milletler dağılsa, ülkeler terk edilse de, milli kimlik, sonraki nesillerde bile devam etmektedir. Bence önemli olan da budur. Yani aidiyet duygusudur. Kişinin kendisini bir yerlere ait hissetmesidir. Çünkü kimlik meselesi aynı zamanda kişilik meselesidir. Bu olaya kişisel bir hak ve özgürlük meselesi olarak bakmak ve herkesin kimlik ve kişiliğini saygıyla karşılanmak gerekir. Değişik milletlerden insanların bir arada yaşadığı ülkelerde bu duruma -en azından yasal bazda- çok dikkat edilir.

Ama bu durum devletlerin işine gelmemektedir. Onlara göre geçerli olan tek yöntem devleti ve milleti kutsallaştırarak, insanların kayıtsız şartsız buna bağlanmasını sağlamaktır. Bu yüzden dışarısı öcüdür. İnsanlar arası ayrımın kaldırılması, insanların birbirlerini sevmesi, düşmanlıkların giderilip barışın gelmesi, dış tehdidin ortadan kalkması, devletlerin varlık nedenine ters düşmektedir.

Çünkü devletler ya refah sağlayıp vatandaşını mutlu ederek ayakta kalacaktır, ya da dış tehdidi kullanacaktır. Yani gelecek vaat etmiyor ve tehdit de yoksa devlet askıda kalır. Örneğin mutlu etmek şöyle dursun, açlıkla baş başa bıraktığı insanlarının, iç savaşlarda milyonları aşan miktarlarda ölü vermesine rağmen Ruanda, Burundi gibi devletlerin, doğal afette 100 binden çok vatandaşını kaybeden Myanmar da, önce referandum, sonra yardım diyen devletin yöneticileri de dış tehditler, bağımsızlık ve milliyetçilik gibi kavramları kullanarak ayakta kalmaktadırlar.

Fakat tüm bu olgular, başka bir gerçeği de göstermektedir ki, millet kavramı sanıldığı kadar sağlam bir kavram ve sağlam bir bağ değildir. İnsanların gelecek kaygılarına karşı geliştirilebilecek çözümler ve biraz sevgi, biraz umut insanları bu millet ve milliyetçilik bataklığından çıkarıp, insan temelinde daha evrensel ve daha insancıl bir dünyaya taşıyabilecektir. Şu anda tüm göstergeler, devletler olmasa, milliyetçilik dayatılmasa, insanların çok rahat biçimde bir araya gelebileceğini, üstelik kimliklerini de kaybetmeden bir arada yaşayabileceğini göstermektedir.

Bugün insanların en temel ortak özelliği: dünyadan, doğadan, birbirlerinden ve yaşamdan beklentileridir. Bu alanlardaki duygu ve düşünceleridir. Bu bakımdan da insanların hepsi de tek bir ırktır, insan ırkıdır. Hepsi insandır, hepsi insani duygularla, insanca bir gelecek beklentisi içindedir. Sevgiye hasrettir.

Bu yüzden; belki bugün için bir hayal, ütopik bir düş gibi görülebilir ama, benim idealim: devletlerin (dış tehditlerin) ve savaşların ortadan kalkacağı, ve tüm insanların tek devlet halinde, özgür ve mutlu yaşayabileceği bir dünyadır. Aslında bu durum benden önce de milyonların ve şu anda da milyarlarca insanın hayalidir. Ve bir gün mutlaka gerçekleşecektir.

Çünkü insanlar dünyaya çile çekmek, her gün rejim korkuları içinde kalıp: bir gün dinsel doğmalara, bir gün laikliğe, bir gün demokrasiye karşı çıkmak, devletlere köle olmak ve birbirlerini öldürmek için değil, dünyadan ve yaşamdan keyif almak ve mutlu olmak için gelmişlerdir.

Bu yüzden millet kavramına egemen olan ve insanların ayrışımına neden olan ortak öğeler terk edilerek, insanlara yukarıdaki paragrafta sözü geçen, kimlik ve kişiliğine saygılı kalarak, daha insani temellerde ortak bağlar aramak, daha insani ve daha adil bir dünya için çalışmak, insanlığın temel görevi olmalıdır. İnsanı kişisel amaçlarına araç haline getiren, dışlayan, millet ve milliyetçilikten ve devletlerden vazgeçilmeli, dünyaya sevgi ve barış egemen olmalıdır. Çünkü dünyanın her yerinde insanlar hep aynıdır.

İNSANLAR HEP AYNI

Gezdim dünyayı, farklı diyarları
Değişik iklimleri, farklı coğrafyaları
Ve gördüm renk renk, zihin-zihniyet
Çeşit çeşit, millet-milliyet insanları
İnsanlar her yerde, hep aynı
Yok birinin ötekinden farkı.

Türk’ü, Arap’ı, Acem’i, Avrupalısı
Japon’u, Hintli, Çinli, Afrikalısı
Hepsi aynı dertler, aynı endişeler
Hep aynı umutlar, aynı beklentiler içindeler.
Yok zencinin, kızılderilinin beyaz Amerikalıdan farkı
Hayalleri, arzuları, dünyadan beklentileri hep aynı

Dünyada insanlar her yerde hep aynı
Hasret gülmenin sevincine, sevginin kırıntısına
Ve her davranış yakalamak içindir mutlu bir an’ı
Akıp giden kocaman bir nehrin içinde
Farkında bile değil soyun, rengin, milliyetçiliğin,
Sevmek, sevilmek her insanın en öncelikli ihtiyacı
Yok sevgide beyazın; sarıdan, siyahtan bir farkı.
(Dünya Yaşanası Bir Yer Değil’den)

Bu durumu, olanaksız ve çok hayalî bularak gülüp geçmek yerine, herkes bu uğurda ortaya bir şeyler koymalıdır. Eğer şu anda dünyada mevcut durumu sürdürmek için yapılanları (savaşları, silahları, sömürüyü, talanı, dalavereyi, dümeni ve bu uğurda verilen eğitimi, harcanan parayı, insanları bölüp karşı karşıya getirmek için yapılan milliyetçi propagandayı) düşünecek olursanız, asıl zor olan mevcut durumu sürdürebilmektir.

İnsanların birliği ise; yaratılan yapay ırk ve milliyetçilik tasnifleriyle, insanları bölüp çatıştırmaktan çok daha kolay olacaktır. Yukarda göçmenlik örneğinde de görüldüğü gibi, insanlar gelecek kaygılarını, millet ve devlet anlayışına tercih etmekte hiç tereddüt etmeyecektir. Çünkü millet ve milliyet onun kimliği ve kişiliğinin bir parçası olarak, beyninde ve yüreğinde, akıl ve sevgi temelinde, dünyaya pozitif duygular ışınlayan bir güneş gibi hep önünü aydınlatacaktır.

Yayın Tarihi : 18 Mayıs 2008 Pazar 17:13:54


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?