13
Haziran
2024
Perşembe
ANASAYFA

İbrahim Tatlıses ve sanatın gücü

İran’da Şairler, sanatçılar ve bilim adamlarına, tarih boyunca büyük bir önem verildiğini Tebriz’den başka gittiğim diğer şehirde de gördüm. Resim, müzik, şiir ve mimarlık gibi sanatın her alanına yüzlerce yıldır olduğu gibi şimdi de büyük bir değer veriliyor.

Bu da insanların insan ve doğa sevgisini besliyor. Kendine ve başka insanlara güvenmesini, yaşama sevincini sürdürmesini sağlıyor. Gelecek umutlarını besliyor diye düşünüyorum.

Çünkü bu son on gün içinde gezdiğim dört ülkeden, her yönüyle en doğal, en komplekssiz, sevgi ve sevinci içinde en çok hissedebilen ve bunu dışa yansıtan insan olarak İran insanını gördüm diyebilirim. Örneğin bizim orta tabaka ve hatta üsttekiler bile daha varlıklı ama daha mutsuz, umutsuz ve güvensiz.

Tebriz kırsalından

Görebildiğim kadarıyla İran’da güçlü bir orta tabaka var. Taban tavan farkı az. Arada bizdeki gibi uçurumlar yok. Bunu en güzel arabalar gösteriyor.

Uçurumun en fazla olduğu Azerbaycan’da, halkta en eski ve dökük arabalar çoğunlukta. Fakat arada bazen de, milyon dolarlık lüx arabalar var. Gürcistan’da bu durum daha az fark edilirken, İran caddelerindeki arabalar hemen hemen hepsi de birbirine yakın. Ne çok lüks ne de çok dökük araba yok.

Yöneticilerin arabalarının da, halkın bindiği arabadan çok büyük farkı yok. Bu durum bir denge olduğunu gösterir sanıyorum.

Şimdi bu ekonomik denge de İran insanı ile yönetiminin birbirini dengelemesinin bir sonucu olmalı diye düşünüyorum. Ve görüldüğü gibi tüm bunların temelinde de İran insanı var. Ve o insanın da mayası, hamuru sanat. Bunu fars edebiyat ve sanatında, türbelerinde anıtlarında görebildiğimiz gibi, insanların bana yönelttiği sorulardan da anlayabiliyorum.

Çünkü bana kimse Türkiye’nin ekonomisini, yönetimini, cumhurbaşkanını, zengin işadamını veya başka bir siyasetçisini sormuyor. Herkes İbrahim Tatlıses’i, Sinema ve TV dizilerinin kahramanlarını, Mevlana’yı ve Pir Sultan Abdal’ı soruyor.

Özellikle de Karşılaştığım her İranlının, Farslar ve Kürtler dahil, yüzde sekseni İbrahim Tatlıses’i sordu diyebilirim. Bu da sanatın gücünün çok güzel bir göstergesi değil midir? İnsanlar Türkiye’yi sanatçılarıyla tanıyorlar.

Oysa bir de Türkiye’ye bakın. Mevlana, Hacı Bektaş Veli gibi, uluslar arası bir üne sahip birkaç simge ismin dışında sanatçıların ne türbesi ne anıtı vardır. Haydi vazgeçtik anıt dikmesinden, değer vermesinden, tarih boyunca bizi yönetenler, hep sanatçılarla uğraşmış ve önünü açmak şöyle dursun hep önünü kesmiştir.

Tebriz’de bir bulvar

Elbette ki bu yönetsel durumlar İran’da da olmuştur ama, orada halk sanata sahip çıkmıştır. Bizde ise sanat insanların, olsa da olur, olmasa da olur gözüyle baktığı bir alandır. Ülkemizde şiir yazanların sayısı bir yıl içinde basılan şiir kitaplarının sayısından daha fazladır. Bu da bırakın halkın şiir okumasını, şiir yazanlar bile, birbirinin yazdığı şiirleri okumamaktadır. Nedense bizim insanımız okumadan bilir. Hatta en az okuyanımız en çok şey bildiğini sanır.

Özelleştirmelerin sonunda devlet et, balık ve salça üretiminden kurtuldu, artık asıl görevine dönecek diye düşündüğümüz bir anda, bu kez devletimiz sanatın yönetimine talip oldu. Heykellerin ahlaka uygunluğundan, tiyatroların konu seçimini belediyelere devretmeye dek sanata kendi dar siyasi görüşlerinin sınırlarını koymaya çalışmaktadır.

Oysa sanat evrensel bir değer taşıyorsa sanattır. Ülkelerin dar kalıpları içinde sanatın gelişmesi ve insanları olumlu yönde etkilemesi olanaksızdır. Yani sanatın yönetimi sanatçılara bırakılmalıdır. Sanatçılar o günün yaşanan toplumsal değerlerinin dışına çıkıp, topluma ters de gelebilir. Bunun engellenmesi değil, doğal karşılanması gerekir.

Çünkü sanatçı o toplumsal değerleri aşan ve toplumun ilerisinde olan insandır. Onu engellerseniz, toplum ortaçağ gibi hep yaşadığı günün aynısını yaşar ve ileri gidemez. Dünyada sanatçısını özgür bırakıp destek olan ülkeler hep ileri gitmiştir.

Üniversite binası

Bu arada Tebriz’in simge isimlerinden birisi olan ve düşünceleri, felsefesi, yaşam tarzıyla, Mevlana ve dolaysıyla Anadolu insanını da derinden etkilemiş bulunan, Şemsi Tebrizi’den de bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu yazımı, onun kısa yaşam öyküsünü vererek bitiriyorum.

ŞEMSİ TEBRİZİ (1185-1247)

Asıl adı Mevlana Muhammet olan Şemsi Tebrizi, 1185 yılında Tebriz’de doğmuş. Babası, Melik Dad oğlu Ali adında bir Azeri Türküdür. Dinin güneşi anlamında Şemseddin diye anılmıştır.

Din bilimleri tahsilinde belli bir noktadan sonra, bir süre Tebrizli Ebubekir Sellaf’ın müridi olmuştur. Bundan sonra da ününü duyduğu bütün şeyhlerden faydalanmaya çalışmış olup, Secaslı Şeyh Rüknettin, Tebrizli Selahaddin Mahmut ve Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Centli Baba Kemal’den feyz almıştır.

Azerbaycan Müzesindeki modern heykellerden birisi

Sürekli bir arayış içinde olan Şems, nihayet Konya’da Mevlana ile üç buçuk yıl geçirmiş olup, bu süre içinde Mevlana’nın yaşamında yeni ufuklar açılmasını sağlamıştır. Fakat Mevlana üzerindeki etkisinden rahatsız olanların dedikodusu üzerine Şems 1247 senesinde öldürüldü mü, yoksa kimseye haber vermeden Konya’yı terk mi etti bilinmiyor.

Bugün Konya’da Şems Makamı olarak bilinen mescit türbedeki sanduka boş mudur; yoksa gerçekten Şems orada mı yatmaktadır, bu da bilinmiyor. Niğde’deki kesikbaş türbesinin Şems’e ait olduğu da iddia edilmektedir.

Tebriz’in Geçil mezarlığında, Hoy kentinde ve Pakistan’ın Multon Şehrinde de, Şemsi Tebrizi’ye ait olduğu ileri sürülen Şems türbe ve makamları vardır.

Multonluların iddiasına göre Şems, bir gece gizlice Konya’dan ayrılıp Tebriz’e gelir. Sonra gittiği Hindistan ormanlarında meczup vaziyette yıllarca dolaştıktan sonra Multon şehrine gelir ve burada ölür.
 

Yayın Tarihi : 19 Temmuz 2012 Perşembe 09:18:56


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
yasar ertas IP: 94.135.148.xxx Tarih : 22.07.2012 11:23:50

iranda orta tabakalarin var oldugu bizdeki gibi asiri ucurumlarin olmadigi  ve azerbeycanda cok cürük arabalarin ve cok lüks arabalarin oldugu bu aradaki ucurumun var oldugu cümlenizden yola cikarak yorumlamak geldi icimden insanlik yönetim sistemimizin temel sartlarindan biri bu tabakalarin sart olmasidir bu olmaz ise bu sistem yürümez bazi memleketlerde bu en alt tabaka en alttadir üst tabaka en üsttedir buna örnek islam ülkelerinde cogunluktadir mesela günümüz sartlarinda bazi evler ev gibi degildir bazi tasitlar cürükmü cürüktür ayni yörede giderken bir bakarsin cehennem gibi görüntü yasam bir bakarsin cennet gibi bir görüntü ve yasam bir kac metre aralarla raslarsin (eski siyah beyaz türk filimlerinde örnek olarakyilmaz güney cevirdigi filimlerde zenginin arabasini tekerini patlatir asagi tabakalari efkara bilmem neye götürürdü zengini catlatirdi vs.) örnek memleketlerde ise zamana uymuslardir gece kondu yoktur en asagisi dairede oturur arabasi varsa vardir cürük araba piyasada yoktur yasalar yasaklamistir arada fark tabiki vardir alt tabaka daqirede oturu ken üst isterse köskte otururken alt tabaka arabasi güvenlidir vede nasil olsa yola ciktimi gidenidir der üst tabakada isterse  en kral arbasiyla gitsin banane der birde sistem bu derbu sistemde  MEYDAN GENIS hodri meydan der kendini calistirma kafani calistir der  birde yeme icmede üst tabaka hergün pirzola bilmem ne yer alt tabakada her gün köfte yer O zaman ne demis bizimkiler neka ekmek o ka köfte bu örnek memlekettede en alt tabaka  azicik ekmek cok cok köfte yiyorlar bunlarin zenginleride isi bilyorlar  kaz gelen yerden tavuk esirgemiyorlar bizdede fakire vur kafaqsina gözü acil,masindiyorlar haqmudunla isi götürüyorlar en sonunda ortali ikide bir karisiyor ya devrim ya askeriye ya bilmem ne ya her gün o onu bu bunu vur gitsin oluyor su anda memleketimizde var bir ayar insallah bu biraz daha iyi olacak aradaki farkta hep olacak en alt biraz yukari cekilecek en üstte sinir hic olmayacak insallah.