18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Meşhet’ten Tahran’a

Otelci araştırdı, Meşhet’te Türkiye’nin konsolosluğu yoktu. Sabah erkenden kalkıp biraz fotoğrafları düzenledim. Kahvaltı edip 8.00’de otelden çıktım. Yürüyerek ve sora, sora Türkmenistan konsolosluğunu buldum. Konsolosluk yüksek duvarlar ve sivri uçlu demir korkuluklarla, bunların üzerinde tel örgülerle koruma altına alındığından içerisi görünmüyordu. Küçük bir gişe penceresinden içerdeki memuru görebiliyorsunuz.

Memur kısa saçlı sarısın, tam da safkan bir İngiliz’i andırıyordu. Belki Rus da olabilirdi ama Türkmen değildi. Çünkü Türkçeyi de bilmiyordu. Türkmen bir bayan, -sekreteri sanırım- söylenenleri tercüme ediyordu. Sıra bana gelince durumu anlattım. Bana vize almam gerektiğini söyledi. Yeşil pasaporttan ve vize muafiyetinden söz ettim. Sorunun haber vermek olduğunu, kendilerine geleceğimi bir dilekçe ile haber vermek için geldiğimi anlattım.

Meşhet'ten sonra sonsuza uzanan ovalar

“Olmaz... Kendi sefaretinize bildireceksin, onlar Aşkabat’taki büyükelçiliğinize bildirecek, Büyük elçilik bizim dışişleri bakanlığına bildirecek, dışişleri bakanlığı gümrüğe bildirecek.” Dedi.

Burada Meşhet’te bizim konsolosluk yok” dedim. ” Ankara’dan başvuracaksın” dedi. Bu yaşta bu kadar yol kat ettim, buradan bir daha nasıl dönerim, bir kolaylık yap vs dedim; ama fark etmiyordu. Tahran’a git orada elçiliğinize başvur. O Aşkabat’a bildirir, Aşkabat bizim dışişlerine ve orası da gümrüğe bildirir” dedi.

Tahran bin kilometre. Bu işler ne kadar sürer, ben bu süre içinde nerede ve nasıl kalırım, akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bir otobüs firması vizenin 14 günde alındığını söylemişti. Ama onlar için bunlar hiç önemli değildi. Çünkü onlar için insan mevhumu yoktu. İnsanlar komünizm yoluyla robotlaştırılmıştı.

Yani 21. Yüzyılda taş devrini ya da, olsa olsa en iyi olasılıkla ortaçağ derebeyliğini yaşayan ve halkına bunu dayatan bir yönetimle karşı karşıyaydım. Böyle bir sistem Afrika’nın kabile yönetimlerinde bile olamazdı. Ama maalesef Türk cumhuriyetleri komünizmden hala kurtulamadığı gibi daha da yozlaşmış bir despotluğa dönüşmüşlerdi. Türkmenistan’ın taş devri yönetimini biliyordum ama bu kadar insanlıktan uzak olabileceğini düşünmüyordum.

Nişabur’dan sonra arazi çoraklaştı

Artık Türkmenistan hayaldi. Çok sinirlenmiştim. Ve ipler de kopmuştu. Bu durumun Afrika ülkelerinde bile görülmeyen çağ dışı bir durum olduğunu söyledim. Türkmenistan kanunları dedi; onlar canlı yaşayan bir organizmaya bir insana göre hazırlanmamış. Çünkü bir canlı ağaçta asılı kalsa, kaza geçirse sizin kanunlara göre ona 15 gün sonra acil yardım göndereceksiniz? Ama bir robot 20 gün de bekleyebilir, dedim.

İçinden pazarlıklı, hain bakışlı İngiliz tipli memur da sinirlenmişti bana “Heyvan” diye bağırdı. Ben de kendimi tutamadım “Sen hayvan bile değilsin, sinirleri alınmış, insani duygularından arındırılmış robot” diyerek oradan uzaklaştım.

Şimdi bütün planlar altüst olmuştu. Buraya kadar beş bin km.den fazla bir yol yapmıştım. Buradan geri dönmek tam bir hayal kırıklığıydı. Fakat hayal kırıklığı yaşayacak kadar bile vaktim yoktu. Hemen toparlanıp yeni bir yol haritası çizmeliydim kendime.

Tehran yolu git, git bitmiyordu

Buradan savaşın ortasından Afganistan üzerinden Tacikistan’a geçmek en kestirme yoldu ama çok riskliydi. İkici yol Bakü’ye, oradan Tiflis’e giderek Azerbaycan üzerinden Rusya’ya geçmekti ama orası da komünizmi üstünden atamamış bir sözde Cumhuriyetti. Özbekistan ve Türkmenistan taş devriyse, Azerbaycan da ortaçağ derebeyliğiydi. Zaten Gürcistan arabaları bu durumu bildiği için Tiflis’e Türkiye üzerinden dolanarak gidiyordu. Biraz uzun da olsa en iyisi buydu.

Otogarda kesinleştireyim dedim. Doğruca otogara gittim. Tabii ki Meşhetten İran dışına hiç araba kalkmıyordu. Dolaysıyla Tahran’a gidip orada karar vermem gerekiyordu. Hemen otele gidip eşyalarımı toplayıp bir taksiyle 12.00’deki Tahran arabasına yetiştim.

Tahrana akşam saat 8-9 gibi varacağımızı düşünüyordum. Meğer Tahran 900 kilometreden fazlaymış ve tam 14 saat sürdü. Onun için 12.00 otobüsüne yetişmem avantaj değil dezavantaj oldu. Çünkü 4 saat geç gitsem Tahran’a sabah varacaktım.

Sebzevar

Meşhetten yola çıktıktan iki saat sonra Nişabur’a vardık. Nişabur’a üç gün önce gelip döndüğüm için yabancı değildi.Bu sonu ufuklarda kaybolan dümdüz ovalarda iki saat daha gidince Sebzevar’a vardık.

Sebzevar kocaman bir kerpiç kent görünümündeydi. Tek veya iki katlı, düz damlı, kerpiç evler, belki bazıları tuğla da olabilir, içinde hiçbir ağaç veya farklı bir şey olmadığından her şey toprak rengi görünüyordu.

Bitki örtüsü de çok cılızdı. Bulvar ve meydanları ağaçlayıp süslemeye çalıştılarsa da, öteki şehirlerin yol ve meydanlarına göre kupkuru sayılır. Burada inen ve binenler oldu. Hafif bir yağmur yağıyordu.

Sebzevar’dan sonraki durak Şahrut’tu. Yine okyanus ortasında bir gemide yol alır gibi uçsuz bucaksız ovaların ortasında saatlerce yol aldıktan sonra Şahrut’a geldik. Şahrut büyük ve ötekilere göre bakımlı bir şehirdi. Yolun sağında birazcık yükselen bir arazide kurulmuştu. Fakat otobüs biraz içine dek, yolcu indirip bindirmek için girdi. Bulvar ve meydanları yeşertilmiş olup, fena değildi.

Şahrut

Şahrut’tan Damgan 65 kilometre yazdı tabelada. Damgan’a dek de hemen aynı ovalar. Bazen uzaklarda dağlar görünse de çabuk kayboluyorlar. Yağmur da bazen hızlanıp bazen yavaşlayarak bizimle birlikte gidiyordu. Fakat söyle ciddi bir sağanağa dönüşmüyordu.

Bu dümdüz ovalar, Türklerin neden İran’dan Anadolu’ya transit geçtiğinin de kanıtlar gibiydi. Onları durduracak dağlar yoktu. İran ovaydı ve insanları yerleşik yaşamda, tarımla uğraşıyordu. Göçebe hayat için dağlar gerekliydi. Ayrıca Türk bir yere bağlı olarak yaşamaya alışık da değildi. Binlerce senedir Altaylardan, Baykal taraflarından Batıya akan bir ırmak gibiydi.

Azerbaycan ve Anadolu’da dağlara kavuştu, fakat dağlar önünü kesmek yerine doğudan batıya vadilerle akıp gidiyordu. Göçebe dağların büyüsüne kapılarak denizlere dek akıp gitti.

Damgan yaklaşıyor ama hava da kararıyordu. Türkler için önemli şehirlerden birisi olan Damgan aslında gezilmesi gereken bir yerdi. Ama araba on dakika kadar yolcu almak ve boşalan çay termoslarını doldurmak için durmuştu.

Damgan’da ortalık karardı

Damganın fotoğraflarını çektiysem da artık karanlıktı ve net çıkmıyordu. Buradan Semnan 100 km. ötedeydi. Semnan eyaletinin başkentiydi. Ama onu gece görecektik. Semnan’dan sonra ara sıra uyuyarak, uyur uyanık gece 02.00’de Tahran’a geldik. Bir taksiciye on Humeyni verip onun önerdiği otele gittim. Pek de iyi değildi ama bu saatten sonra otel aramak da sırtımda çantalarla çok zordu. Kabul ettim ve 03.00 gibi yattım.

Sabah yine her zamanki gibi 06.30’da uyandım. Yediye dek yattıktan sonra kalkıp, biraz yazı yazdım. Canım kahvaltı istemiyordu. Saat 8.30’da Otelden çıkıp Meydan İmam Humeyni’ye yürümeye başladım. Bir taksici Azadi terminaline 8 Humeyni istedi. Yüz metre ilerde metro vardı. Metro ile 30 kuruşa gittim.

Bugün gitmekle yarın gitmek arasında ve Baku’dan gitmekle Türkiye üzerinden gitmek hususunda tereddütlerim vardı. Burada Azerbaycan üzerinden Tiflis yoktu. Baku vardı. Tiflis ise yarın saat 12.00’deydi.

Tahran’da Türkiye Büyükelçiliği binası

Hem bir gün dinlenip uykumu almak ve hem de Türkiye üzerinden gitmek için cumartesi öğleye biletimi alıp otobüsle Ferdosi meydanına dek 20 kuruşa geldim. TC elçiliğinin önünden yürüyerek otele döndüm. Bu gün Cuma olduğu için sokaklarda in cin top oynuyordu. 15 milyon insan nereye gitmiş nasıl bir anda kaybolmuştu akıl erecek gibi değildi. Oturup fotoğrafları düzenledim, Meşhet-Tehran arasını yazdım.
 

Yayın Tarihi : 19 Aralık 2012 Çarşamba 11:15:29


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?