20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Şehitler gündemden çabuk düştü

Dünyada gündemi en çok ve en kısa sürede değişen ülkeler listelense, eminim ki, Türkiye birinciliği hiçbir ülkeye bırakmaz. Ülkede her gün gündem değişirken, başka ülkelerde yıllarca konuşulacak büyüklükteki olaylar bile, bize birkaç gün zor dayanabilmektedir.

Bunlardan birisi de 12 saat içinde 33 şehit verip, haftasında Van depremiyle gündemden düşen şehitler olayıdır. Gerçi Van depremi olmasa ne yazardı, ne kadar gündemde kalırdı derseniz; yine de birkaç gün sonra geçip giderdi. Artık taraflar ve söylemler otuz senedir ezberlenmiş, profesyonelleşmiş, ölenin kimliği, rütbesi ve sayısı da kanıksanmış ve maalesef: kış günü havanın açık veya kapalı, yağmurlu veya rüzgarlı olması kadar doğal bir durum haline gelmiştir.

Millete sürekli yaşatılan felaketler sonucu, milletin felaketlere karşı bağışıklık kazanması sağlanmıştır. Acılar hayatın tadı tuzu ve hatta bir parçası olmuş, sevgi ve mutluluk unutulmuş, her şey arabesk bir ortamda akıp gidiyor. Fakat ne var ki, akıp giderken bir yandan da, bir tarafları yakıp gidiyor.

Can güvenliği korkusu insanların dünyasını karartıyor, yaşama sevincini korkuya, kin ve nefrete çeviriyor, kimse kimseye güvenmiyor. Çünkü uzaktan kumandalı bir mayın, bir bomba veya bir canlı bomba ile kimin ne zaman ve nerede karşılaşacağı bilinmiyor. Terör olayları ve aldığı canlar, günlük sıradan olaylar olarak, çoğu zaman bir gün bile gündemi işgal edemeden, yenileri geliyor.

Ve işin en önemli tarafı devlet 30 senedir bunu önleyemiyor, terörü bitiremiyor ve daha da önemlisi, askeri çözüm dışında, terörü bitirecek yeni ve değişik bir çözüm de düşünmüyor. Bunun 30 senedir çözüm olmadığını, hiçbir işe yaramadığını bile bile, siyaset bir çözüm üretmediği için ordu da, bildiği tek yöntemde ısrar ediyor.

Bu tablonun birinci derecede sorumlusu elbette ki siyasettir. Türkiye’de çok partili hayata geçilen 1950’li yıllarda siyaset, içine düştüğü hamaset ve rekabet bataklığından bir daha çıkamamış ve 2000’li yıllardan sonra da, bataklık iyice büyümüş ve derinleşmiştir.

Siyasetimizde: partiler arası rekabet, kan davasına dönüşmüş ve hiçbir şeyin önem ve ciddiyeti fark etmiyor ve hiçbir konuya farklı bakmıyor. Örneğin ülkenin külliyen batması söz konusu olsa bile, ülke batarsa batsın ama rakibin dediği olmasın anlayışıyla davranılıyor. Birisinin getirdiği çözüme, doğru da olsa, yanlış da olsa, öteki siyasi rekabet gereği karşı çıkıyor.

Bu siyasi rekabet kan davasına döndürüldüğü için, ülke insanını da siyasi tercihlerine göre bölüp, karşı karşıya getiriyor. Oyları kemikleştirmek uğruna, tarafların birbirlerine düşmanlığı kışkırtıldıkça, terör korkusuna ilaveten bir de birbirlerinden korkmaya başlıyor insanlar. Birbirlerine karşı komplo teorileri geliştirip, düşmanlık körüklendikçe, kin ve nefret büyümekte ve faşizm her gün bir adım daha ileri gitmektedir.

Çünkü faşizm, kin ve nefretle, yaşama sevinci ve insan sevgisinin öldürülmesidir. Bunları öldürdükten sonra kin ve nefreti körükleyerek insanları kolayca kör eder, ve istediğiniz yere sürüp götürebilirsiniz.

İddia ediyorum, bugün Türkiye’de faşizan duyguların seviyesi Hitler Almanya’sındaki seviyenin altında değildir. Ama Faşizm benzin buharı gibidir. Bir kıvılcım çakmadan belli olmaz.

Örneğin tarafların birbirlerini en hafif suçlamaları vatan hainliği olup, 74 milyonun içinde birbirine göre hain olmayan tek vatandaşımız kalmamıştır. Bir ülke için bu bir facia, bir felakettir. Üstelik bu ülkenin insanı kadar vatanını seven insan dünyada ender bulunduğu halde, siyaset insanları hangi noktalara getirmiştir.

Bu durumun birinci derecede ve tek sorumlusu siyasetçilerdir. Ülkemizde siyaset yapmak adeta karşı siyasetleri suçlamak, onlara yüksek sesle bağırmak, hakaret edip hain ilan etmek üzerine kurulu bir düzenektir. Birbirlerini dinlemek, fikirleri düşünceleri yan yana getirip ortak bir sonuca ulaşmak yerine, günlük hayatta herkesin yapabileceği sıradan hatalardan bile, örneğin attan düşmekten, ters merdivene gitmekten vs hatalarını araştırıp birbirlerini toplum önünde küçük düşürmek üzerine kurulu, kan davasına dönüşmüş bir siyasettir.

Bunlar oy tabanlarını kaybetmemek için, milletin birbirine yaklaşmasını kucaklaşmasını istemezler. Herkes kendi parselindeki gurubu her gün rakip partililere karşı kışkırtarak, gaza getirerek, kin ve nefreti büyüterek, gelecek umutlarını gölgeleyerek, sevgi ve yaşama şevkini öldürerek, faşizmi besleyerek insanları paranoyak hale getirmektedir. Türkiye’deki siyaset, sadece faşizmi beslemekte, başka hiçbir işe yaramamaktadır. Bazı işler yapılıyor ve bazı sorunlar çözülüyorsa da bunlar hükümetler tarafından tek yönlü yapılmaktadır.

Fakat terör hükümetlerin tek başına çözeceği bir sorun değildir. Bunun partiler üstü bir anlayışla ele alınması ve çözümün tüm siyasi partilerin ortak kararı olması, herkesin uygulamanın arkasında durması gerekir.

Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu bu büyük sorunların ikinci sorumlusu ise hiç şüphesiz ordudur. Çünkü son anayasa referandumuna dek, ülke yönetimi ordu ile siyasetin elindeydi. Yani siyaset seçilmiş yönetici ise, Ordu da Anayasa tarafından Milli Güvenlik Kurulu adı altında atanmış yöneticiydi. Ve gücü siyasi erkin üstündeydi. Ve terörle mücadeleyi de ordu yürütmekteydi.

Bu yüzden sonuç olarak sorumluluğu ya bu ikisinde, ya ikisinden birisinde, ya da bunların uyum içinde çalışamamış olmasında aramak gerekir diye düşünüyorum.

İkisinin ikili çalışmaları bir yana, 30 yıl sonra gelinen şu son noktada, ordunun başarılı olduğunu söylemek olanaksızdır. Bunu ordunun yıpratılması gibi algılamak, doğru tespitlerden ve çözümlerden kaçmak, ordunun da kendi içinde bir özeleştiri yapmasını engellemek olur diye düşünüyorum.

Çünkü her şey ortada… PKK, taa Irak topraklarından gelip, karakolları, taburları ve hatta şehir merkezlerindeki tugayları basabilmekte ve sonra da Irak’a veya geldiği inine çekilip gidebilmektedir. Geliş ve gidiş yollarını en ince noktasına kadar hesaplayıp, bastığı karakolu avucunun içi gibi bilmektedir. Giderken takip edileceğini düşünerek yolları mayınlamaktadır. Ve en önemlisi bu olaylar bir kereye mahsus kazara olan olaylar olmayıp, sık sık yinelenen olaylardır.

Yani PKK kurmayları bu kadar ince planlarla bir askeri birliği basıp, verdiği zayiattan çok fazlasını askeri birliğe verebiliyorsa, burada bir yönetim zafiyetinden söz etmemek olanaksızdır.

Yani PKK kurmayları bu kadar ince hesaplanmış planlarla tereyağından kıl çeker gibi istediğini alabiliyorsa, doğrusu ben de, benim kurmaylarımın buna karşı planlar üretmesini beklerdim. Örneğin onlar uzaktan kumandayla patlatılan mayınları bu kadar ustalıkla kullanırken, karakolun basılması halinde –ki her zaman basılabileceği hesaplanırken- niye gelebilecekleri yönlere veya kaçış yollarına böyle uzaktan kumandalı tuzaklar düşünülmemiştir?

Niye bir karakol basıldığında 7-8 saat -sabaha dek- oraya yardım gönderilememektedir. Havadan iki helikopter geçse, terörist bundan etkilenmeyecek midir? Türk ordusunun gece savaş gücü sıfır mıdır? Gece savaşını destekleyeceği ileri sürülerek milyon dolarlara alınan helikopterler karakol baskınlarına yardım götüremeyecekse milletin parası boşuna mı gitmiştir?

Yirmi, otuz kişiyle, en fazla da son baskında olduğu gibi 150- 200 kişi ile yapılan baskınlarda, bunların arkasına, üç beş saat içinde binlerce asker indirilemez mi. Ya da en azından gidiş yolları kesilemez mi? Sekiz saat süren baskın sırasında, ordu buraya yardım gönderemiyorsa başka bir şey de yapamaz mı? Örneğin en azından geri dönüş yolları kesilemez mi? Çünkü 7-8 saat az bir süre değildir.

Teröristin dış desteği veya Irak’ta yuvalanması da bence bahane olamaz. Çünkü Anadolu’nun ortasında Tunceli’de, Bingöl’de ve hatta Karadeniz’deki teröristi de temizleyemiyorsak, Irak bahanesinin arkasına gizlenmek olanaksızdır. Bence altı 700.000 askeri olan ve 90.000 korucusu olan bir ülkede askerleri Irak sınırına üç- beş metre arayla dizseniz bile, bilmem kaç sıra eder. Bütün bunlara rağmen otuz senedir bu sorun çözülemiyor ve bu ülkenin gençleri ölmeye devam ediyorsa burada bir yönetim zafiyeti olduğunu düşünüyorum.

Sanki ordu şaşkın, siyaset, hamaset ve rekabet içinde bir birine tuzaklar kurmakla meşgul, vatandaşın sinirleri aşınmış, sabrının son raddesinde bunalıma girmiş vaziyette. Gencecik çocuklar yaşamının daha en başında, baskınlarda basılan, tuzaklarda tuzağa düşen pozisyonunda ölüp gidiyor.

O zaman insanlar, ülkenin güvenlik güçleri için, kendini koruyamayan güvenlik güçleri milleti nasıl koruyacak diye düşünmez mi? Ayrıca Atatürk’ün kurduğu ve geçmişinde yedi düvele karşı koyarak, yoktan bir devlet kuran bir ordunun böylesi acz içinde görülüp gösterilmesi, ülkeye ve orduya da zarar vermiyor mu?

Herkes “Bıçak kemiğe dayanmıştır” diyor; fakat bir çözüm üretilemediğinden, seneler senesi bıçak kemiğe dayalı duruyor. Ve bugünkü hamaset, siyaset ve rekabet ortamında bir çözüm de görülmüyor.

Öyleyse çözüm için, bu siyaset, hamaset ve rekabet üçlüsünden hiç olmazsa, ya da en azından terör konusunda vazgeçmek gerekmektedir. Meclisteki dört parti bir araya gelip, askeri çözümle beraber, bunun dışında yeni çözümler üretmelidir. Uygulamanın arkasında durmalı, buradan siyasi çıkar elde etmeyi düşünmemelidir. Yani, halkın ve terör yanlılarının önünde birlikte ve dimdik durabilmelilerdir.

BDP bu duruşa katılmasa bile öteki üç partinin, inançlı bir samimiyet sergilemesi, sorunun çözümünü büyük ölçüde sağladığı gibi, ülke insanlarının bir birine karşı geliştirdikleri kin ve nefret duygularının da yumuşamasını sağlayacaktır. Ordu ise, milleti ve siyaseti arkasında topyekun görmenin moral desteği ve üretilecek akıllı çözümlerle başarıyı sağlayıp kışlasına çekilebilecek, ülke insanı birbirini kırmaktan vazgeçecektir.

Sonuç olarak çözüm için ülkenin siyasetçileri, ordusu, emniyetçileri, bürokrasisi ve istihbarat kurumları oturup, her şeyi yeniden gözden geçirmeli, yeniden değerlendirmeli ve planlarını kılı kırk yararak yeniden yapmalıdır. Bu planlar hamaset, siyaset ve rekabet kaygısı taşımamalıdır. Akıllı bir işbölümüyle, otomasyona dönüşmüş bir işbirliği sağlanmalıdır.

Bunu yaparken her türlü duygusallıktan uzak, akıl, bilim içeren, sağduyulu davranışlar sergilenmeli, herkes kendisini terör mağdurlarının yerine koyabilmelidir. İşine giderken yol kenarındaki çöp bidonunda patlayan bir bombadan ölen kadının kendi eşleri, kızları, kız kardeşleri; okuluna giderken mayına çarpan servis aracında ölen çocuğun kendi çocukları, torunları olabileceğini düşünerek çözüm üretmelilerdir. Ve yine 20 yaşında nişanlı bir şehidin kendi oğulları olduğunu, karısı genç yaşta üç çocukla dul kalan şehit polisin kendi kardeşleri olduğunu düşünerek plan yapılmalıdır.

Bırakıp rekabeti, kavgayı, karalamayı, içine koyarak aklı, bilimi, sevgiyi ve sağduyuyu bir plan yapar ve arkasında da hep birlikte durursak, karşımızda hiçbir güç duramaz ve bilin ki çözüm artık çok kolaydır.

Yayın Tarihi : 5 Kasım 2011 Cumartesi 17:44:44


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?