17
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Seydiköy Halk Kütüphanesi

NOT: Değerli okuyucularım. Küyüphaneler haftası nedeniyle gezi yazılarımın arasına bu yazıyı sokmak zorunda kaldım. Bundan sonra yine gezi yazılarımız İran’da devam edecek.

Zaman: yolların mekan içinde akışı gibi, kanın damarlarda akışı gibi, ırmakların, nehirlerin eğim aşağı, yerçekimine bağlı akışı gibi, elektrik enerjisinin iletken tellerde akışı gibi, zapt olmaz ve durdurulması olanaksız bir akıştır.
Bu akışa ayak uyduramayan, yerinde sayan, geride kalır ve zamanla zamanın dışında kalır. Zamanın dışı, zamanın bittiği yer: yolun sonudur, ölümdür. Çünkü zamandır yaşanan.

Çağdaşlık: zamanın içinde, zamandan kopmadan, zamanın akışına uygun bir tempoda yola devam edebilmektir. Zaman okyanusunda, milletleri suyun üstünde tutan ve onları ileri taşıyan devasa taşıt ise kültürdür.

Taşıtınızın zamanla uyumudur ki, sizi ileri götürür, ya da uyumsuzluğudur ki, yolculuğunuzu yavaşlatır; hatta sizi yerinizde saydırır. Kültürün zamanın akışına uyum sağlayabilmesi ve çağı kovalayabilmesi içinse, çağdaş araçlarla, akıl ve bilimle donatılması, akıl ve bilime, evrensel değerlere, çağa sırt çevirmemesi gerekir.

Oysa bizim de içinde bulunduğumuz ve bizi çağa taşımasını beklediğimiz kültür, Şark Kültürüdür. Şark kültürü, Şark kurnazlığının ürünüdür. Ve adeta, akıl ve bilim karşıtlığının simgesi gibidir. Çıkardır, kurnazlıktır ve ikiyüzlüdür…

Duygusallık ve kutsallık temelleri üzerinde yükselir. Devlete tapılır. İnsanın dışında herşeyi kutsallaştırmak mümkündür. Oysa dünyanın tek kutsalı vardır ve o da insandır. Fakat orada insan kutsallara hizmetle yükümlü, gerektiği yerde kullanımak için başvurulan bir dolgu malzemesidir. Kültürün içinde akıl olarak algılanan kurnazlık, aslında aklın çıkara kullanılması olup, çağdaş kültürlerde bunun adı aptallıktır.

Şark kültüründe herkesin ve her şeyin iki yüzü vardır. Birinci yüz doğru olan, akla uygun olan yüzüdür ki; bu herkesin hararetle savunduğu, propaganda amaçlı kullandığı, herkesin aslında davranması istenen yüzüdür. Ama bu sözde bir yüzdür.

SÖZE BAKMAM

Her nedense:
Söylediğinden farklı
Herkesin yaptığı.

Söylenen farklı, eylem farklı/dır.
Oysa niyet sözde değil, özde saklı/dır.
Ve derler ki:
İnsan icraatlarının toplamı/dır.

Bakmazsanız icraata
Nasıl inanacaksınız insanlara?
Çünkü “Yapmam” dedikleri yaptıkları
“Yaparım” dedikleri yapmadıkları/dır.

İkinci yüz ise, kurnazlığa vurup, mazeretlere sığınarak, işine geleni yapmaktır. Yani aklı savunup, kurnazlığa başvurmaktır. Akıl, uygulama dışında ve eylemin göstermelik yüzünde kalmaktadır.

Şark kültürü zamanın akışını frenlemeye, hatta durdurmaya çalışır. Bu yüzden özünde, muhafazakarlığı ve durağanlığı da barındırır. Zamanı durdurmak olanaksız olduğundan, olabildiğince yavaşlatmaya çalışır. Gelişime ve değişime karşıdır. Gelenekçidir… Oysa zaman gelişim ve değişim demektir. Bu yüzden Şark milletleri geri kalmıştır. Daha ziyade kulaktan dolma, yoruma açık ve sözel bir kültüre taparlar. Daha doğrusu kültür, toplumların içindeki egemen güçlerin çıkarlarını ebediyen sürdürebilmelerine olanak sağlaması amacıyla oluşturulmuş herşeydir.

Herkes herşeyi kendi çıkarına göre yorumlayabilir. Başkasının çıkarına kültür adına boyun eğerken bile, bu başka çıkarlardan da kendi adına alt çıkarlar elde etmeye, çıkar temelinde işbirliğine, cemaatleşmeye ve çeteleşmeye elverişlidir.
Yoruma açık ve sözel oluşu da ayrı bir tuzak, ayrı bir kurnazlıktır. Çünkü yazılı kültürde kişisel yorumlar çok azalır. Yazılı kültürde kişinin kendi araştırması, karşılaştırması, üzerinde düşünüp çıkardığı sonuçları toplayıp raporlaştırması söz konusudur.

İnsanların yazılı kültürlerle donatılmaları ise, eğitim kurumlarından ve yazılı kültür araçlarının bulunduğu kütüphanelerden geçmektedir. O yüzden ne zaman bizim de çağdaş uluslar kadar çok kütüphanelerimiz olursa ve ne zaman bu kütüphaneler o ülkelerdeki kadar insanla dolarsa, kültürümüzün içi de, o kadar akıl ve bilimle dolacak ve çağı yakalayarak, zamanla yolculuk yapmamız mümkün olacaktır.

Aksi halde çok devlet kurmakla öğündüğümüz devlet kurma kültürümüz, içine akılı koyamadığımız, güncelleyip çağdaş düzeylere yükseltemediğimiz için, en çok devlet yıkma kültürüne dönüşmüş olup, bu durum böyle sürüp gidecektir.
Çünkü bu gün akıl ve bilim rehberliğinde çağdaş bir kültürü yaşayan ulusların, her mahallesinde bir kütüphane vardır. Ve her kütüphane arı kovanı gibi çalışır.

İlk kez yurtdışına çıktığım yıllarda, Türkiyede görmeye alıştığım, her ilde bir salon, bir kütüphane ve bir müze alışkanlığım nedeniyle: Sydney’de, Köln’de, Amsterdam’da, Bürüksel’de her mahallede bir kütüphane ile karşılaşınca şaşırıp kalmıştım.

Örneğin Antalya’da, bazı küçük özel kütüphaneler dışında, Tekelioğlu Halk kütüphanesi, bir milyonluk bir ilin tek kütüphanesi durumundadır. Aynı büyüklükteki Amsterdam’ın ise, her mahallesinde ayrı bir kütüphane vardır.
Amsterdam’da kaldığım süre içinde kenti semt semt gezdim. Bir semti gezerken, bir saat kadar dolaşıp da yorulunca, o semtin kütüphanesine girip Türkçe gazeteleri okuyarak dinleniyor, ihtiyaçlarımı gideriyordum. Her kütüphaneye üç Türk gazetesiyle birkaç tane Türkçe dergi geliyordu. Kütüphaneler bizdeki gibi, ölüm sessizliğine gömülü, asık suratlarla kitap karıştıran insanlardan çok, yaşayan bir sokak gibiydi. Adeta bir çoğalma ve sosyalleşme yeriydi.

Kadınlar küçük çocukları ve hatta arabasında bebekleriyle, gençler arkadaşlarıyla geliyordu. Kitaplar kadar, güncel dergi ve gazeteler, CD’ler ve internet de vardı.
Ve Antalya’da yıllık kütüphaneden faydalanan insan sayısından, Amsterdam’daki herhangibir mahalle kütüphanesinden faydalanan bir haftalık insan sayısı daha fazlaydı. Bu durum da, gelişme ile kütüphanelere gelen insan sayısı arasındaki bağlantıyı açıkça göstermekteydi.

Dışarda gördüğüm bu manzara beni çok etkiledi ve “Acaba kendi çapımda ben de bir şeyler yapabilir miyim” düşüncesine yöneltti. Elimde 1000’den fazla kitabım vardı. Ben ölünce bu kitaplar ne işe yarayacaktı? Bunları bir yerlere mi vermeliyim; yoksa köyde bir kütüphane kursam daha mı iyi olur?

Bu düşünceler kafamda dönerken, bu arada yazmış olduğum Seydiköy kitabının bastırılması gündeme geldi. Köylüler kitabı bastırmamı istiyordu. Ben de onlara şöyle dedim. “Ben bu kitabı kendi olanaklarımla bastırayım ve size bedelsiz vereyim. Siz tanesi on liradan 500 kişiye satabilirseniz, elde edilecek beş bin Ytl. nin üzerini tamamlayarak ben burada bir kütüphane kurayım” dedim.

Fakat sonradan bu satışın zor olacağını ve fazla bir katkısının olmayacağı sonucuna vardık. Ben kütüphaneyi kendi olanaklarımla kurup, eğer kitaba bir sponsor bulup bastırabilirsek, gelirini: kütüphanenin kurulduktan sonraki yıllardaki ihtiyaçlarına ayırmak düşüncesi ağır bastı. Çalışmalarımı bu yönde yoğunlaştırdım.

Ayrıca bu yıllarda, ülkemizde öğretmen merkezli eğitim sistemi terk edilerek, öğrencilerin, araştırma inceleme ve rapor hazırlaması esasına dayalı, yeni bir eğitim sisteminin yürürlüğe girmiş olması da, kütüphane ihtiyacını öne çıkarıyordu.

İnsanlarımızı, ezberci eğitim sisteminden kurtararak, bilgiye kendi araştırma ve incelemeleri sonucunda ulaşmasını ve daha bağımsız ve sorgulayıcı bir kişilik kazanmasını sağlayacak olan bu çağdaş sistemin amacına ulaşabilmesi için de, öğrencilerin araştırma yapabileceği, alanlara ve araçlara ihtiyaç vardı.
Oysa, özellikle kırsal kesimlerdeki öğrencilerin bilgi toplama ve araştırma kaynaklarına ulaşabileceği bir kitaplık, bir kütüphane ve bazı yerleşimlerde Internet bağlantısı yoktur.

Bu yüzden, gerek köyümüzdeki öğrencilerin, gerekse halkın faydalanabileceği bir halk kütüphanesi kurmak istedim. Bu amaçla, 2007 yılı sonlarında yer gösterilmesi halinde, kendi olanaklarımla bir kütüphane kurmak istediğimi köyümüz muhtarına bir dilekçe ile bildirdim.

Muhtarımız Sayın Mehmet Ali Atile, köy kahvesi üzerindeki kırk metrekareye yakın bir salonu bu amaçla düzenleyebileceğimi söyledi. Bunun üzerine hemen hazırlıklara başladım. Yıkıntı halindeki salonun içinde oturulabilir hale gelmesi, köyde ikamet etmediğim ve işleri uzaktan takip etmek zorunda kalışım nedeniyle, süreyi uzattı. Kütüphanenin açılışı 2008’in sonlarını buldu. Yani salonun fiziki koşullarının sağlanması, donanımı ve kitapların yerleştirilmesi bir yıla yakın bir süreyi alsa da, bugün Seydiköyde halkın ve öğrencilerin faydalanabileceği bir kütüphaneyi açmanın mutluluğunu yaşamaktayım. Hatta, ilçenin bir mahallesi durumuna gelen köyümüzdeki bu kütüphaneden, Bucak’taki öğrenciler bile yararlanabilir diye düşünüyorum.

Fakat devlet herzamanki gibi çürük halkaydı. Bırakın desteği yardımı, orada ne oluyor, ya da nasıl olmuş diye merak bile etmediler. Zamanın kaymakamına durumu anlattığım zaman, yasalar yönetmelikler sayarak, köylerde kurulacak kütüphanelere yardımcı olamayacaklarını anlatmıştı.

Yani “Oh ne güzel, sizi tebrik ederim” gibi taktir falan demediği gibi, “İyi halt etmişsin. Kütüphane de nereden çıktı şimdi, başka işin yok mu senin?” diye, açıkça tekdir de etmedi tabi. Fakat hoşnutsuz tavrından ben ikinci şıkkı, yani tekdiri algılamıştım.

Sağlık olsun. Bu devlet bizim devletimiz ve biz bu insanı yok sayan, insanı devlet için bir yığın, bir dolgu malzemsi olarak algılayan devlet anlayışına yüzyıllardır alışığız. Devletimizin kütüphanelerimizi kendisinin bir numaralı düşmanı olarak kabul ettiğini, ders kitaplarıyla test kitaplarından başka bütün kitapları yasaklatıp, toplattığı dönemleri biliyoruz.

Onun için bu 48. Kütüphaneler haftasında, devletten bir şey beklemeden, yani gölge etmesin başka ihsan istemem anlayışıyla, milletçe birşeyler yapmamız gerektiğini, eğer hiç bir şey yapamıyorsak, kütüphanelerden faydalanarak kendimizi çağa adapte etmemiz gerektiğini anlatmamız, ya da bu anlamı çıkarmamız gerekir diye düşünüyorum.
 

Yayın Tarihi : 27 Mart 2012 Salı 12:27:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?