19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Soğuk Savaş Sonrasında Milliyetçilik (1)


1-MİLLİYETÇİLİK VE ABD

ABD, Sovyetler Birliğini yıkarken, ona göre insanlığın en büyük düşmanı komünizmdi. Soğuk Savaş süresince: tüm gücünü dünyayı komünizmden korumaya odaklamış, insanlığın yararına bir kurum gibi, dünyanın ve insanlığın büyük ağabeyi rolünü oynuyor ve bu rolün gereği olarak da, kendisinde dünyayı yönetme hakkı görüyordu.

Bu amaçla, komünizmin yeni girdiği ülkelerde, komünizm karşıtlarını örgütleyerek, bunlara karşı bitmez tükenmez savaşlara girişmiş, silah teknolojisindeki yenilikleri buralarda denemiş ve bu devletleri ikiye bölmeyi başarmıştır.

Kıta Çin’ini Formoza’dan ayırmış, Vietnam ve Kore’yi güney kuzey diye bölmüştür. Güney’ler ve Milliyetçi Çin, (Tayvan) ABD taraftarı, Kuzey’lerse komünisttir. Benzer ayrımlarla ve milliyetçiliği kullanılarak, aynı devletin ve aynı milletin insanları birbirine kırdırılmıştır. Satılan silahlarla milli gelirlerine el konulmuştur. Dünyanın başka yerlerinde, komşu ülkelerde de, aynı politikalar aynı yöntemlerle uygulanmıştır.

Komünist taraf da, yine milliyetçiliğin değişik bir versiyonunda yol almaktadır. Onlara göre de milli çıkarlar kapitalizmde değil komünizmdedir. Kapitalizm sömürüdür. Komünizm henüz ne olduğu tam anlaşılmasa da hala bir umuttur. Henüz foyası meydana çıkmamıştır. Ama iki tarafa da, silahlarını satacak ve deneyecek müşteri sağlamaktadır. Ve aslında komünizm daha evrensel düşüncelerle ve milliyetçilik karşıtı gibi gösterilse de, her ikisi de milliyetçilikten beslenmektedir.

Peki, şimdi düşünün ve sorun kendinize; Fransız İhtilalinin getirdiği ve kafalarımızda yer eden saygın ve savunma amaçlı milliyetçilik bu mudur? Milliyetçilik hangi amaçlarla daha çok kullanılmış ve kullanılmaktadır.

SSCB’ni yıktıktan sonra da ABD, dünyanın yönetimi hepten üzerime kaldı diye, daha büyük bir sorumluluk duygusuyla Afganistan’a, Irak’a, Kuveyt’e ve Balkanlara müdahalelerde bulundu. Tüm müdahalelerinde de haklıydı. Çünkü artık dünyanın tek patronuydu ve rakipsiz tek güçtü. Bu günün yaşanan dünyasında ise, maalesef hakkı alan da, veren de, sağlayan da güçtü.

Ayrıca Amerikan ekonomisi, ıvır zıvır, tekstil otomobil gibi basit şeylerden ziyade, ileri teknoloji içeren ağır silahlar ve askeri araçlar üzerine yoğunlaşmıştı. Soğuk savaş dönemi bitince, üretilen silahların ortada kalma riski bir tarafa, silah sanayinin işsiz kalma riski de vardı. Bu Amerikan ekonomisinin çökmesi anlamına gelmekteydi.

Öyleyse ne yapmalıydı? Rusya’yı yeniden diriltmek artık mümkün olmayacağına göre ve yeni bir canavar yaratmanın daha büyük riskleri olabileceğinden, ABD farklı düşmanlıklar yaratma üzerine kafa yormuş olmalıdır diye düşünüyorum.

Eskiden soğuk savaş döneminde bir saldırı ve savaş olasılığına karşı silahlanan dünyayı, savaş olasılıklarından uzaklaştırarak silahsızlanma yaratmak, ABD ve AB gibi dünyanın silah üretim merkezlerinde büyük sarsıntılar yaratacağından, silahlanma için yeni gerekçeler bulmak gerekiyordu.

Çünkü ABD ve AB’de gelirin 1000 dolar gerilemesi yerine, dünyada yılda yüz milyon insanın öldürülmesi daha uygun bir çözüm olarak algılanıyordu. Çünkü onların dışında ölen insanlar, onların ahlaki anlayışları açısından insanlığın paçavradan, safradan temizlenmesi gibi bir şeydi.

Ayrıca insanları kendileri gidip öldürecek değildi. Onlar savaşları başlatıp silahları verecek, insanlar birbirini öldürecek, sonra da onlar arabuluculuğa soyunup barış önerecek, belki Nobel barış ödülü bile alacak, olayın vahşet tarafı savaşanlarda, insani tarafı başlatıp silah satanlarda kalacaktı. Yani en insani davranış insan öldürmekti. İşin kahramanlığı, şanı, şerefi de cabası!

Küreselleşme denilen olgu da bu değil mi? Ama küreselleşmede Doğu batı değil, sömüren ve sömürülen olacak ve milliyet cinsiyet ayrımı gözetilmeyecek. Sınır tanınmayacak. Sömürü sınır tanımaksızın, bulduğu her kazı son tüyüne kadar yolacak. “Peki bu çelişki değil mi, bindiği dalı kesmiyor mu, sonra ne yapacak;” derseniz, bu güçler dengesizliğinde, güçsüz bırakılmış milyarların, güçlü binlere karşı çıkması olanaksız olduğundan, değişimi bu çelişkiler belirleyecek. Vahşi sistemleri kendi çelişkileri temizleyebilecek. Tabii ki bu arada belki doğa tükenecek ve milyarlarca insan ezilecek. İnsanlık sefalet, cehalet ve cinayetlerin oluşturduğu bir fon müziği eşliğinde, antik bir tiyatroda, veba veya kolera salgınlarını konu alan trajediler gibi, ölüm oyunları sergileyecek.

Fakat tüm bu sayılanlar, ne küreselleşme aktörlerinin, ne de dünyanın yönetimini sorumluluğunda hissedenlerin, şu anki konusu veya düşüncesi olamazdı. Dünya beş bin senedir bu çelişkilerle birlikte yol almaktaydı.

Öyleyse şimdi ne olacak, ne yapılacak ve nasıl davranılacaktı? Aslında fazla ince eleyip sık dokumaya falan da gerek görülmüyordu. Bir devin cüceden elindeki ekmeği rica etmesine gerek yoktu. Çeker alır ve cüceyi de kolundan tuttuğu gibi fırlatıp atardı. Yani bahane falan aramaya, yaratmaya bile gerek kalmadan, direkt savaşlar çıkartıp, savaşan ülkelere silah satmak lazımdı.

Bunun için önce bazı bilim adamlarını (tarihçileri) kullandı. Yani bazı tarihçiler çıkıp geleceğin tarihini yazıyoruz diye, soğuk savaş sonrası için senaryolar ileri sürdüler. Ve dediler ki, yirmi birinci yüzyılda milliyetçilik yükselecek ve etnik savaşlar olacak. Arkasından da ülkelerin kendi içinde rekabet halindeki kişi, kurum ve gruplarından bir taraf ötekine karşı kışkırtıldı; eski yaralar kaşındı.

Doğrusu ben de iyi kötü tarihle ilgili birisi olarak, doksanlı yılların başlarında bu senaryoları okuduğum zaman, işin içindeki kurnazlığı sezemediğim için hayretler içinde kalmıştım. Neye dayanarak ve nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorlardı. Hatta bunları ben düşünememiş olmam bir tarafa, hala akıl erdiremeyişimden dolayı kendimi geri zekâlı falan sanıyordum.

Çünkü 1990’ların başı, henüz 15-16 yıllık bir olay bu. Ve yaşayanların çoğu bilir ki, dünyada bunun hiç bir belirtisi bile yoktu. Aksine milliyetçiliğin aşağı düşmesi ve soğuk savaşın böldüğü dünyanın daha bir yakınlaşması, kucaklaşması bekleniyordu. Sebebi ortadan kalktığına göre silahlanma duracak, savunma bütçeleri azalacak, refah yükselecek ve dünya kurulduğu günden beri rahat bir nefes alacak, insanlar yaşamın keyfine varacak, insan olmaktan nihayet ilk kez utanç duymayacak, gurur duyabilecek diye beklentiler içeren, benim saf ve aptalca düşüncelerim boşa çıktı tabi.

ABD’deki büyük bilim adamları ve büyük tarihçilerin büyük düşünceleri karşısında benimkilere değil düşünce demek, sıradan bir düş bile denilemezdi belki. Peki, onlar nasıl bildi. Onlar çok çok çok büyük tarihçiler miydi? Ve bu geleceği yazan büyük tarihçiler neden hep ABD ve AB den çıkıyor da geçmişi yazan büyük tarihçiler öteki ülkelerden çıkıyordu?

Ben bu konuda on beş sene düşündüm. Ve yeni yeni görmekteyim ki, dünyanın geleceğini bu ülkeler istedikleri gibi planlıyorlar ve planlarını da kendilerine göre tereddütsüz uyguluyorlardı. Köpeksiz bir köyde değneksiz dolaşırcasına rahat, engelsiz bir dünyada engeller, çengeller yaratarak, dışlarında kalan dünyayı, kendileri için en faydalı biçimde kullanmaya çalışıyorlardı. Öyleyse geleceğin tarihi olarak ileri sürülen senaryolar, geleceğin tarihi falan değil, bu ülkelerin gelecek planlarıdır. Çünkü insanların kimileri gelecek planlamak, kimileri de planları yaşamak için gelmiş bu dünyaya.

ABD ben güçlüyüm. Ve savaşarak dünyadaki kaynakları halkımın istifadesine sunacağım, refah düzeyini artıracağım diyor. Savaşın acısı vahameti, dünyada tüm insanlığın kazancının yarısı savaşa da gitse, fark etmez diyor. Ben silahlarımı satarım ve onları birbirine kırdırırım. Benden çok az asker ölür. Karşı tarafsa, isterse hepten temizlensin. O bölgede oranın kaynaklarını sömürüde kullanacağım kadar adam kalacaktır nasıl olsa. Dünyadaki açlık sefalet vs. de beni ilgilendirmez. Ben kendi milletimi düşünür, kendi milletimi memnun etmek için çalışırım diyor.

Ve hatta bu uğurda öylesine büyük aymazlıklar içine düşüyor ki, sanki kendi halkı farklı bir dünyada yaşıyormuş gibi, doğanın vahşice tahribinde bile bir sakınca görmüyor. Doğayı korumak ve dengelemek adına alınan kararlar, kazancını azaltacaksa, bu kararlara katılmıyor. Olayı dünyadaki mevcut pastadan payını almak, haklarını korumak kurnazlığına dönüştürüyor.

Ve işte milliyetçilik de özetle budur. Karşıdan bu kadar net görünür. Ayrıntıda daha insafsız, daha acımasız, daha insanlık dışı, çirkef bir iştir.

Ama milliyetçi siz kendinizseniz, yani içindeyseniz milliyetçiliğin, karşıdan gördüğünüz gibi net göremezsiniz kendinizi. Bir Amerikalı da göremez ve kendisinin bu denli insanlık dışına çıktığını fark edemez. Dışarıdan gördüğü vahşetin etkisinde kalarak, kendi içinde ona karşı daha büyük bir vahşet geliştirmekte olduğunu kavrayamaz. O vahşete karşı kendini masum bir savunmanın içinde sanır.

Sonuçta da dünyadaki tüm ülkeler aynı biçimde düşüncelerle, aynı biçimde düşmanlıklar geliştirerek ve kazançlarının yarısını silahlara yatırarak, köpekler gibi boğuşup dururlar. Ama köpekler boğuşurken birbirlerini öldürmeyecek kadar asil ve soyludur. Oysa insan, insanı öldürme konusunda dünyadaki en soysuz yaratıktır. Ve insanı böylesi soysuz yapan da milliyetçiliğin bu hale getirilmiş olmasıdır.

Bu yüzden dünya ve insanlık için, doğa ve Türkiye için en yakın tehdit milliyetçiliktir.

Yayın Tarihi : 28 Mayıs 2008 Çarşamba 11:18:02


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Hakan Çakır IP: 78.162.73.xxx Tarih : 29.05.2008 19:58:42

Sayın Öner, öncelikle yazınızdan dolayı sizi tebrik etmek istiyorum. Çok mantıklı, akılcı ve akıcı bir yazı olmuş. Akıl ve vicdan sahibi olup, düşüncelerinize katılmamak mümkün değil. Ancak dünya öyle bir duruma gelmiş ki mavi ayakkabı giyen adamlar kendi aralarında bir birlik kurmuşlar; Mavi Ayakkabılılar Birliği. Yine aynen bu birliğin bir benzerini sarı ayakkabı giyen adamlar da kendi aralarında kurmuşlar; Sarı Ayakkabılılar Birliği. Size katılmadığım nokta şurası; ben kırmızı ayakkabı giyiyorum ve benim gibi kırmızı ayakkabı giyen bir grup insan var. Bizler sarı ve mavi ayakkabı giyen adamlar tarafından sevilmiyor ve hor görülüyoruz. Aslında sarı ayakkabı giyen adamlar yalnızca bizi (kırmızı ayakkabı giyenleri) değil, mavi ayakkabı giyenleri de sevmiyorlar. Aynı şekilde mavi ayakkabı giyen adamlar da bizimle birlikte sarı ayakkabı giyen adamları da sevmiyorlar. Olayın can alıcı noktası şurası; ne mavi ayakkabılılar ne de sarı ayakkabılılar, birbirlerini hor görüp, aşağılayamıyorlar. Ancak her iki birlik te kırmızı ayakkabılıları aşağılayabiliyorlar. Çünkü kırmızı ayakkabılılardan biri diğer bir birlik üyesi tarafından aşağılandığında, hor görüldüğünde diğer kırmızı ayakkabılılar buna ses çıkarmıyorlar ve bunu aşağılamayı yapan grubun üyesi çok iyi biliyor. Halbuki yukarıda da altını çizdiğim üzere, bu adamlar yalnızca bizi değil, birbirlerini de sevmiyorlar. Artık ok yaydan çıkmıştır Nazmi Bey. Milliyetçilik akımı çoktan yayılmış ve hatta Osmanlı'nın sonunu getiren en büyük sebeplerden biri olmuştur. Eğer Kırmızı Ayakkabılılar Birliği'ni kuramazsak ezilmeye mahkum oluruz.