3
Mayıs
2025
Cumartesi
ANASAYFA

Tarihi Doğru Değerlendirmek (3)


İNSANLARIN TARİHİ YAZILMALIDIR.

Devletlerin, yönetenlerin ve askerlerin resmi tarihi yerine, insanların sivil tarihi yazılmadıkça, dünyada insanca bir düzen kurulması olanaksızdır. Bu tarihle sürekli, insanlara milliyetçilik pompalanır, insanlar birbiri tarafından dışlanır, düşmanlıklar azdırılıp iç ve dış çatışmalara yol hazırlanır.

Bu Alman’dan hoşlanmak, İngiliz’e kızmak, Rus’tan nefret etmek, halkı hiçe saymak, çıkarını gözetmek ve benzeri bir keyfiyettir. Halk bunun acısını nesiller boyu çeker. Birinci dünya savaşında babalar ve oğullar birlikte savaşmış ve en azından iki nesil kaybedilmiş ve bu acılar en azından iki nesil sürmüştür. İnsanların tarihi yazılırsa eğer, yönetenler karar alırken bunları hesap etmek zorunda kalır.

“Peki, bu nasıl olacaktır, insanlığın tarihi nasıl yazılacaktır” derseniz; itiraf edeyim ki, bu konuda kişisel bazı düşünce kırıntılarının ötesinde hiçbir fikrim yoktur. Ama tarihçiler, devletlerin dehşet ve vahşetini, resmi tarihlerde şan ve şöhrete, kahramanlığa dönüştürmek için harcadığı çabanın çok azını, tarihe insanı monte etmek için harcarsa eğer, eminim ki tarih için çok farklı ve yeni boyutlar bulunacaktır.

Örneğin şu anda, Enver’vari şoven milliyetçi, ırkçı, ulusalcı, yabancı düşmanlığına ve dışlamalara dayalı milliyetçi bir anlayışla, Çanakkale’yi milliyetçiliğin kabesi haline getirenler, olaya bir de bu anaların acıları penceresinden bakabilseler, tüm hatayı karşıda bulacaklarına, bunların içerdeki sorumlularını da sorgulayabilseler, bir daha bu kadar keyfi, Çanakkale’ler, Kafkasyalar olur mu? İnsanların canı bu kadar ucuza gider miydi?

Tarih Çanakkale’de savaşı anlattığının yüzde biri kadar da, orada ölenlerin yaşama hakkına, düşlerine arzularına, dullarına yetimlerine yer ayırabilseydi, insanlar savaş için yine bu kadar gaza gelebilir ve bu denli yeni savaşların hevesi içinde olabilir miydi acaba?

Örneğin kocası Çanakkale’de ölen ve iki çocukla ortada kalan bir kadın düşünün. Kocasının yanık kâğıdının gelmesiyle yaşam: düşlerde dahi bitmiş, hayatta hiçbir şeyin önemi kalmamış, en kötü koşullarda bile, çocukları nasıl yaşatabilirim telaşına düşmüştür. Gözü ne uzaklık, ne sıcak tanımamakta, yayan yapıldak yollara düşebilmektedir. Ve üç yaşındaki oğlunu aç ölmesin diye, yaz sıcağında seksen kilometre sırtında taşıyarak, Antalya’daki bir ağaya bırakıp gelmektedir.

Düşünün şimdi bu kadını, bu anayı. Sanırım orada yüreğini, ruhunu ve tüm insani duygularını da bırakıp gelmiştir. Dönüşünde yine 80 kilometre yol; ayakları su toplamış, bacakları iflas etmiş, günlerce yürüyememiş, komşuların verdiği kuru ekmekle yarı aç, yaşama tutunmaya çalışmış.

Bir başka ana, sekiz yaşındaki oğlunu komşu köyde bir çobanın oğlaklarını otlatması için, yıllık bir teneke buğdaya uşak vermiş. Çocuk sekiz yaşında ve yıllık bir teneke buğday. Bunlar benim duyduklarımdan bazıları. Başka analar kim bilir başka hangi yollara başvurmuştur.

Çanakkale’yi milliyetçiliğin kabesi haline getirenler, onun kahramanlığına kapılarak yeni savaşların veya iç hesaplaşmaların havasına girenler, Çanakkale’yi biraz da kayıplar yönüyle ve bu anaların gözüyle görmeliler. Çanakkale’yi tüm yönleriyle değerlendirmeliler. Çanakkale’de ölenler, acaba geri gelseler, bugünkü Türkiye’yi, öldüklerine değer bir yerde bulacaklar mıdır? Çünkü onlar geride kalanlar birlik bütünlük ve mutluluk içinde bağımsız yaşasın diye öldüler. Yeni çatışmalara, gaza ve hamasete malzeme olsun ve insanlar bir birini hain ilan etsin diye değil.

Ayrıca bu Çanakkale’yi yetmişli ve seksenli yılların başlarında ben de iki kez ziyaret etmiştim. Gelen giden yok ve in cin top oynuyordu. O zamanlar bunlar bizim şehitlerimiz değil miydi? O zamanlar Çanakkale zaferi daha henüz kazanılmamış mıydı? Bu gün Çanakkale’yi kullanarak halka milliyetçilik pompalayanlar o zamanlar neredeydiler. Neden AB ile müzakerelerle birlikte milliyetçiliği yükselttiler. AB dışında bir yol vardı da, öyleyse bu pislik üreten sistemimizi niçin 85 senede temizleyemediler. AB’yi reddederek 85 sene daha yola bu sistemle mi devam edecekler.

Popülist ve temelsiz milliyetçi düşüncelerle, “Türk milleti AB’nin baskısı ve dayatması olmadan, çağdaş uygarlığı yakalamaktan aciz mi?” diyenler; Türkiye’nin dışında mı yaşıyorlar? Ve yıllar yılı Türkiye’nin gündemini nelerin işgal ettiğini görmüyorlar mı? Niye 85 senede ileri bir adım atılamadı da, aksine Atatürk’ün aldığı yolun biraz daha gerisindeyiz şimdi. Niye kırk yıldır bir türban boyu yol alamadık.

Bu sistem içinde Türk Milleti ile hiçbir yere varılamaz. Çünkü sistemin merkezinde insan değil, devlet ve ondan geçinenler vardır. Millet onların hizmetindedir. AB sistemi ise, hataları kusurları olsa da, bizdekinin tersi olup, sistemin merkezinde insan ve ona hizmet veren devletle onun görevlileri vardır. Ve Türkiye’nin maalesef AB’den başka da hiçbir çıkış yolu kalmamıştır. AB aslında bulunmaz Hint kumaşı değil, saklı gizli bir şey değildir. Sistemi herkes alıp kullanabilir. Ama pislik üreten eski sistemde çıkarı olanlar, buna sonuna dek direnir.

Çünkü bu sözde millet sevgisi ve güveni taşıyan ve içinde insan olmayan bir millet dalkavukluğuyla milliyetçi olduğunu sanan şoven milliyetçilerimiz, kendileri gibi düşünmeyen herkesi, dönek ve hain ilan etmiştir. Onların hain ilan ettiklerine göre de, zaten asıl hain bunların kendisidir. Dolaysıyla da, Türkiye’de hain olmayan kimse kalmamıştır. Halkının hepsi de birbirini hain ilan eden bir milletle nereye gidilebilir. Bu sistem hain üretme sistemidir. Bu sistem, AB sistemi ile değiştirilmelidir.

Bu sistem, mafya, çete, soyguncu ve hortumcuya cennet olabilir ama, aklı başında aydın bir insan, safi pislik üreten bu sistemi niçin ve nasıl savunabilir? Bir kişi veya parti düşmanlığıyla, nasıl bu denli duygusal davranabilir? Ona yar olmaktansa batsın bu dünya diyebilir. Kendisini geminin dışında mı zannetmektedir?

AB’nin aşağılamalarından, dışlamalarından alınıp kızanlar, düş mü görüyorlar; AB’yi bizi elimizden tutup cennete götürecek bir melek mi zannetmekteler. Duygusal milliyetçiliğe benzer mi hiç uluslar arası ilişkiler. Asıl savaş, cephede değil masada ve müzakere yoluyla kazanılandır. Müzakere ve diplomasi işin sivil yönüdür, akıl yönüdür. Zaman alan ve zor olan taraftır. Ve bizdeki kıt olan taraftır. Sabırla, akılla mücadele etme tarafıdır.

Ve elbette ki masa savaşları cephe savaşlarından daha acımasız ve daha çok tuzaklarla doludur. Bu yüzden AB meleği değil şeytanı oynayacaktır. Ama orada sizin çıkarınız varsa, siz de onun kadar mücadele etmeli, onun kadar kafanızı kullanmalı, alınganlık yapıp çekilerek meydanı ona bırakmamalı, içe kapanıp pislik üreten bu sisteme razı olmamalısınız. Ama pislikten pay alanlar, bu sistemden beslenenler, elbette ki buna razı olur, bunu tercih ederler. Şeytanla işbirliği bile ederler.

Çanakkale’yi ve şehitleri amaçları doğrultusunda kullanmaya kalkanlar. Bu ülke için canını veren insanlara bu saygısızlık değil midir? Eskiden eleştirdikleri anayasalara ve pislik üreten sisteme nasıl sahip çıkarlar. Ülkede laiklik tehlikesi seziliyorsa, şeriat endişeleriniz varsa eğer, buna karşı verilecek mücadele, pislik üreten mevcut sistemi savunmaktan mı geçer.

Milliyetçiliğin Atatürk ilkelerinin gereği olduğunu savunan ve kendi insanlık dışı milliyetçilik anlayışını, Atatürk’ün insan ve insanlık sevgisi temelindeki milliyetçiliği ile bütünleştirmeye çalışanlar, ya cahildir hiç Atatürk’ü anlayamamıştır, ya da kasıtlı olarak Atatürk’ü çıkarları için kullanmaktadırlar.

Atatürk milliyetçiliğinde savaş açmak, bu kadar kolay bir şey değildir ve Atatürk sonuna kadar da bu savaşın karşısında olmuştur. Atatürk’e göre mecbur kalmadıkça savaş cinayettir. Kine, düşmanlığa, ırkçılığa ve şovenizme yer yoktur Atatürk milliyetçiliğinde. Tüm dünyayı tek bir beden olarak görür. Dünya milletlerini de bir ailenin fertleri kabul eder. Atatürk milliyetçiliği tam da bugünkü saldırgan, ayrılıkçı, şovenist, çıkar milliyetçiliğini önlemek amacıyla getirilmiş bir milliyetçiliktir. Bir barajdır onun karşısında.

1934 yılında Anzaklar için söylediği aşağıdaki sözleri, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında yatan insani duyguların tercümanıdır.

Bu memleketin topraklarında kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK.

Resmi tarihlerde normal, sıradan insan yoktur demiştim. Örneğin Kafkas cephesinde, Enver ve birkaç paşa söz konusudur. Doksan bin adsız insan tek bir isim (asker) ve tek bir sonuç (ölüm) olmanın ötesinde hiç bir şeydir. Onlar tek bir cümlede, önemsiz ve toptan bir ifadedir. Tarih bunların üstünü örter. Bunların bile bile ölüme gönderildiğini, bile bile Azraillin eline teslim edildiğini değil, yurtları için seve seve canını veren kahraman şehitler süslemesini ekler.

Tarih böyle görür ve böyle değerlendirir. Oysa o insanların bir de asıl olan sivil tarafı vardır. Sivil tarafında ne Enver, ne tarih ve ne de devlet vardır. Doksan bin genç insan, doksan bin ana-baba, doksan bin kardeş, eş ve çocuk vardır. Doksan binlerce, dokuz yüz binlerce çileli, acılı yaşam vardır. Geride kalan vardır. Tarih bunlara hiç değinmez, çünkü tarih insanla ilgili değildir. O devlet ve yönetenlerin propaganda malzemesi ve kahramanlık hikâyelerdir.

Oysa onbeş yaşında oğlunu Kafkas Cephesine kaptıran Kezban’ca için olay, doyamadığı ve dünyalara bedel bir evlattır. Sanki göğsünden yüreği sökülüp alınmıştır. Aşağıdaki ağıtın ilk iki mısrası kendisinden bu günlere kalmış olup, ben gerisini tamamlamaya çalıştım.

RAMAZAN’A AĞIT

Erzurum’un yolları, ikidir iki
Ramazan’ım yola çıkmış da, gelir mi ki
Daha on beşindeydi, yaktı kalbimi
Dağlar yol verir mi, yolu bilir mi ki

Geldi ölüm haberi/ Yola çıktığı yerde
Ah daha silinmeden/ Çarığının izleri

Sırtındaydı kısacık, eski setresi
Dizini zor geçerdi, dar menevreği
Yanaklarında al al, çocuk sevinci
Asker oldu da giydi başına fesi

Dolmadan daha ayı / Geldi yanık kâğıdı*
Pir yakıldı ağıdı / Söyler durur anası

Dediler Erzurum’da Kafkas cephesi
Giyinmiş on beşinde ölüm gömleği
Ah, oyuncak atında kaldı hevesi
Ramazan’ım çıkmış da yola, gelir mi ki?
Nakarat

Kafkas cephesi nere, Burdur neresi
Kan kırmızıdır orda, ak karın rengi
Ah Ramazanım söyle, acelen neydi
Ayın dolmadan yanık kâğıdın geldi
Nakarat

Kezban’cayım acılı, asker anası
Ramazan’ım canımın, öbür yarısı
Tutarım Seydi köyde, evlat yasını
Sel olur gözyaşlarım, basar yolları

“Seydiköy” kitabından


*Yanık kâğıdı: Cephedeki askerin ailesine, devletten gelen yazılı kâğıdın bir köşesi yanıksa, asker ölmüş demektir.

Yayın Tarihi : 15 Nisan 2008 Salı 01:20:26


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
kadir tosun IP: 85.73.65.xxx Tarih : 15.04.2008 15:17:24

sayigi deyer buyugumuz fikirlerinize sonsuz deyer biciyorum. tarih birbirinin fotokopisi olup.yani ilk somurge sumerlerden baslayip yaklasik yedi binbesyuz yildir devletler, dinler,diller,kulturler,birbirinin fotokopisi olarak gunumuze kadar gelmektedir.somuren devletleri ile somurulen devletleri ayiran bir nokta var.bilime kapisini acanlar ve kapatanlar