31
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Türbandan Sonra (IV)


4- LAİKLİK GERÇEKTEN TEHLİKEDE MİDİR?

Elbette ki hayır. Ama bu birazda laiklikten ne anladığımıza bağlıdır. Bugün pek çok insanımız gibi, laikliği başı örtmek veya açmak şeklide düşünürseniz, bıyığın sakalın biçimine indirgerseniz eğer, o zaman baş ötmenin ve bu saç bıyık vs. simgelerin tarihini çıkartıp ona bakmak gerekir. Yoksa şu anda, laikliğin gerçek tanımı bakımından bir tehlike yoktur.

Zaten tarih boyunca, hiçbir zaman için de tehlikede olmamıştır. Daha doğrusu Türk devletleri tarihin hiçbir döneminde, ne ortaçağ Avrupa’sındaki gibi, ne Arapların İslam imparatorluğundaki gibi, ne de bu günkü İran-İslam cumhuriyetindeki gibi, teokratik bir yönetim yapısına sahip olmamışlardır.

Çünkü Türk devletlerindeki Şeriat uygulaması asla teokratik bir rejim uygulaması olmayıp, tebaanın devlete güvenmesi ve bağlanması amacıyla, devletin dinsel yaşama saygılı davranması, onu serbest bırakması, karışmaması, yani bir bakıma devletin laik davranmasıdır. Aynı biçimde dinin devlete karışmasına da asla müsaade edilmemiştir.

Padişahların Şeyhülislamdan onay almaları, kamuya karşı aldıkları kararları, güçlendirmek için başvurulan bir araçtır. Çünkü Şeyhülislamı atayan padişahtır. Bu yüzden padişahın kararlarına karşı çıkması olanaksızdır. Karşı çıkarsa onu görevden alır, kararlarını onaylayacak olanın atamasını yapar. Padişahların halifeliği de, siyasi otoritesini güçlendirme aracı olup, hiçbir padişah gerçek bir halife gibi yaşamamış ve davranmamış, hatta alkolik olanları bile vardır.

Türk devletleri, kaynağını töreye dayalı, geleneksel Türk devlet yönetim sisteminden alan; olaylara, zamana ve yöneticilerin yeteneklerine bağlı olarak gelişen; örf-i bir yönetim hukukuna sahiptir ve hep buna göre yönetilmiştir. Dinin yönetime müdahalesi medeni hukukla sınırlı kalmış olup, o da örfi hukukun izni ve denetimi altındadır. Karahanlılar’dan Gazneliler’e, Selçukludan Osmanlıya tüm Türk devletleri laiktir ve din, devletin yönetimindedir. Dini devlet yönetir ve yönlendirir. Yani aslında laiklik açısından bir dengesizlik vardır ama bu dinin aleyhinedir. Teokratik rejimlerde ise; devlet dinin yönetimindedir ve devleti din kurumları yönlendirir.

Doğaldır ki: böyle ikili bir sistemde devletin zayıf düştüğü anlarda din; dinin zayıf düştüğü noktalarda siyaset egemenliği ele geçirmek istemiştir. Orta çağda krallar, zaman zaman dinin zayıfladığını düşündükleri anlarda egemenliği ele geçirme mücadeleleri vermişlerdir. Ama aydınlanma dönemine dek başarılı olamamışlardır.

Devlet egemen, laik Osmanlı İmparatorluğunda aydınlanma döneminin kaçırılması sonucu, devlet bir anda çağın dışında ve güçsüz kalınca bile, din (İslam) egemenliği ele geçirmeye çalışmaktan ziyade, yıkılış sürecinde bir kurtuluş reçetesi olarak gündeme gelmiştir.

Aslında böyle fetret devri diyebileceğimiz dönemlerinde din temeline dayalı olmasa bile, kurtuluş için ekonomik, siyasal ya da kültürel temelli ideolojiler ortaya çıkmaktadır. Ancak burada bile dinin müdahalesi, egemenliği ele geçirmekten çok , devletin yeniden toparlanıp ayağa kalkması için önerilen çözüm yolarından birisi olmanın ötesine geçememiştir.

Ayrıca batan bir gemide her türlü çareye başvurulur. Din de düşünülen çarelerden birisi olmaktan öte bir öneme sahip değildir. Yani ortaçağın teokratik devlet yapısındaki gibi ya din, ya devlet değildir. Batmakta olan Osmanlı Devletinde, Batılılaşmaktan ve Osmanlıcılıktan sonra gündeme gelmiş, Turancılığa üstünlük sağlaması da İttihatçıların ülkeyi terk etmesinden sonra gerçekleşmiştir.

Görüldüğü gibi gerçek anlamıyla laiklik bizde hiçbir zaman için, ciddi bir tehlike içinde olmamıştır. Olduğunu savunanlar, laikliği gerçek tanımı ve uygulanışı dışında düşünen, kimi zaman başörtüsüne, kimi zaman dindarlığa, kimi zaman sapık tarikat gösterilerine endeksleyenlerdir. Devletin dini çıkarı için kullanmasını, bazı sahalarda düzeni sağlamak için din kurallarının uygulanmasına izin vermesini, devlete din dayatması gibi yanlış algılamalarından kaynaklanmaktadır.

Osmanlı gibi, üç evrensel dinden ve bunların çeşitli mezheplerinden vatandaşları olan bir devlette, medeni hukuk sahasında her dini kendi kuralları içinde serbest bırakmasının şeriatla, teokrasi ile hiç bir ilgisi olmayıp; tebaanın devlete daha sıkı bağlanması için verilen, bir hak ve özgürlük olarak algılamak gerekir.

Oysa teokratik devlette yöneticiye, (krala) krallık tacını Papa giydirir. Siz dünyanın en büyük insanı, halkın kahramanı da olsanız, Papa onaylamadıkça Kral olamazsınız. Hukuku ise kilise belirler.

Oysa ne geçmiş Türk devletlerinde, ne de Türkiye cumhuriyetinde, siyasi otoritenin üstünde bir dini otorite hiç olmamıştır. Bu günde yönetim sistemimizde TBMM’nin üstünde, Cumhurbaşkanını, başbakanı ve bakanları atayan, onaylayan, hukuk sistemini belirleyen, dini bir otorite yoktur. Aksine müdahale devletten dinedir. Laikliğin ihlal edildiği alan asıl din tarafındadır.

Mademki laiklik din ve devletin karşılıklı olarak bir birlerine müdahale etmemesidir; öyleyse devlet de dine müdahale ederek, dinler ve mezhepler arasında ayrım gözetmemelidir.

Sünni mezhepler için devlet bütçesinden, yüz binlerce din görevlisinin maaşını ödememeli, siyaseti camiye bulaştırmamalı, din ve mezheplere eşit mesafede durmalı, birini tercih edip ötekini karşısına almamalıdır.

Sünni Müslüman bir vatandaşının camisinin din görevlinin maaşını öderken, Hıristiyan vatandaşının kilisesini, papazını yahut ta alevi vatandaşının cemevini, din görevlisini görmezlikten gelemezsiniz. Hıristiyan vatandaşın veya papazın öldürülmesini önemsememek ve katillerine milli kahraman muamelesi yapmak da laiklikle bağdaşmaz.

Laiklikte eksikler asıl bu alanlarda aranmalıdır. Çünkü laiklik ihlalleri bu yönleriyle asıl devlet tarafından yapılmaktadır. Ayrıca, militarist ve yasakçı bir laiklik anlayışı ile bazı insanlara haksızlık yapıldığı ve anayasanın eşitlik ilkesinin çiğnendiği gibi düşüncelerle hareket edenlerin asıl niyetlerinin başka olduğuna dair endişeleri, siyasiler tarafsız bir biçimde değerlendirememekte, ya türbandan, ya da endişe edenden yana tavır koymaktadır.

Oysa dünyada gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ve mafyanın çetenin kol gezdiği bir ülkede, okula istediğim kıyafetle gidemiyorum diye sorun yaratılması, haklı gerekçeler de gösterilse, Türkiye’nin mevcut sorunları karşısında çok lüks, çok yüzeysel kalmakta, hatta bir bakıma ülkenin bu ağır sorunlarını önemsemeyen bencil bir taraf sezilmektedir. Türbana karşı çıkanlarınsa tüm dikkati türbana takıldığından, ülke gündemini kaçırmakta, ülkenin hep bu tür sonucu ve çözümü olmayan, bilmece gibi basit kavramların peşinde tüm enerjisini harcamasına neden olmaktadır.

Gerçekten laik bir sistemde, devletin dine müdahale etmemesi de, laikliğin olmazsa olmaz koşullarındandır. Tabii ki, devlet yönetiminde ve hukuk kurallarının belirlenmesinde, din müdahalesinin olmaması, hukuk sisteminin demokratik hak ve özgürlüklerle adalet ve eşitlik temelinde, akla, bilime ve ihtiyaçlara göre düzenlenmesi için de, laikliğin koruyucu bir şemsiye bir zırh oluşturması gerekir.

Eğer zaten laiklik, demokrasiyi getiremiyorsa, varlığının da fazla bir anlamı yoktur. Yani sadece dinin yönetime egemen olmasını engellemek günümüzde artık yeterli bir koşul değildir. Din egemenliği yerine, askeri cunta, kapital, işçi sınıfı diktatörlüğü veya mafya egemenlikleri gelebilir. Vurgun, soygun, talan alır başını gider. Ve işte bunların panzehiri laiklik değil demokrasidir. Laiklik: demokrasinin gübresi, gıdası, şemsiyesi; demokrasi de: totalitarizmin, militarizmin, etnik milliyetçilik ve faşizmin panzehiridir.

Yayın Tarihi : 10 Mart 2008 Pazartesi 10:58:33


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?