26
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Türkiye'de Müzecilik ve Sorunları (2)

2-TÜRKİYE’DE MÜZECİLİK

Türkiye’de Müzecilik kimse zahmet edip gelmesin, görmesin, beni de rahatsız etmesin anlayışıyla yapılmaktadır. Kültür Bakanlığı personelinin müzecilik adına yaptığı tek şey, tarihi eser olarak tanımlanan buluntuları kayda geçirip depolamaktan başka bir şey değil maalesef.

Ama tabii ki personelin asıl iş ve işlem alanı ise, bu eserlerle ve personelin özlük hakları ve yönetimiyle ilgili yazışmalardır. Yani bürokrasidir. Aslında ülkemizdeki tüm bakanlıklar da bir bakıma bakanlığın adını aldığı alanla ilgili çalışmalar yapmak yerine bakanlık personelinin yönetim denetim ve özlük haklarıyla ilgili yazışmalardan ibaret bir görev anlayışına sahiptir. Yani özetleyecek olursak her bakanlıkta personelin öncelikli işi kendi sorunlarıdır. Özlük haklarıdır ve bunlarla ilgili yazışmalardır.

Kültür Bakanlığının farkı ne derseniz, kültürde amaca yönelik kurumların işlemesi tamamen toplumun denetimi ve ilgi alanının dışında kaldığından, burada bakanlık bütünüyle bürokrasiden ibaret kalmaktadır.

Örneğin Milli Eğitim Bakanlığında, Sağlık Bakanlığında ve Adalet Bakanlığında da bürokrasi ön planda olsa da, burada bir yandan da okullar, hastaneler, mahkemeler de çalışmaktadır.

Kültür bakanlığında ise müzeler ve ören yerleri, kendi kabuğuna çekilmiş biçimde ve halkın ilgi alanı dışında ne yaptığı merak konusu olmayan, bu yüzden aktif bir çalışması olmayan yerler olarak görülmektedir. Yani bir okul, bir hastane veya mahkeme kadar göz önünde değildir. Zaten tüm müzelerin yıllık ziyaretçi sayısı, belki de Amsterdam ya da Brüksel’deki bir müzenin aylık ziyaretçi sayısı kadar bile değildir.

Buradan da anlaşılacağı gibi Kültür bakanlığı personeli, bürokratik yazışmaların dışında, tarih ve kültürle, ülke tanıtımıyla ilgili her hangi bir şey yapmadıkları gibi, ziyaretçilerin ören yeri ve müzelerde karşılaştıkları zorluklar ve ziyaretçilere karşı ilgisizlik ve buna benzer gayri ciddi durumlar nedeniyle de, menfi tanıtıma neden olmaktadır.

Her şeyden önce şu anlayışın yıkılması gerekmektedir. Orada çalışan herkes, kendisinin orada görevlendirilme nedeninin o müze olduğunu ve ekmeğini onun sayesinde elde ettiğini unutmamalıdır. Müzenin ise bir depo memurluğu olmadığını; müzenin bir ülkenin tarihi, yani geçmişi ve kültürel altyapısı olduğunu; eğer tarih biliminden insanlık adına ders alınacaksa, bu derslerin en somut biçimde çıkarılacağı yerlerin müzeler ve ören yerleri olduğunu, bu yüzden çok önemli bir görev üstlenmiş olduğunu bilmesi gerekir. Ayrıca müzelerin bir ülkenin en somut biçimde tanıtım alanları olduğunu bilmesi ve içine sindirilmesi gerekir.

Ve ilginçtir son yıllarda görüştüğün alt kademe memur ve ören yerlerindeki bekçiler bu tür bir çalışmaya çok heveslidir. Kendilerinin hiçbir işe yaramadığını düşünmektedirler. Ama kendisini haklı olarak yönetimin çizdiği yoldan gitmek zorunda hissetmektedir. Öyleyse illerin kültür müdürlükleri neden kültür adına daha aktif davranmıyor, bunları desteklemiyor, heveslendirmiyor, müzeleri ve ören yerlerini daha cazip hale getirmiyor da, adeta neden bunların önünü kesmekte ve kültür müdürlüğünü bir bürokratik işlem merkezi olarak değerlendirmektedir.

Yoksa bu alanlar kültür Bakanlığı tarafından siyasi kadrolaşmalar için mi kullanılmaktadır. Eğer durum böyle ise – ki; siyasi geleneğimiz böyledir- Kültür Müdürleri siyaset anlayışlarına göre atandığından, önceliği siyasete vermek zorunda mı kalıyor. Tarihe ve kültüre belli siyasi ve dini görüşler açısından bakmak gibi yanılgıları mı vardır. Yoksa başka sorunları mı vardır?

Ben bunları bilemem; bilmem de gerekmez; ama Kültür Bakanlığının görevi bunları araştırıp, bulmak, bilmek ve önlemlerini almaktır. Elbette ki, ülke çıkarı siyasi çıkarın önünde geliyorsa ve elbette ki gerçekten kültür bakanı ise ve elbette ki, kültürün yaşamsal bir değeri varsa.

Beş altı sene kadar önce Burdur Müzesini ziyaret ettiğim zaman da görmüş olduğum buna benzer bir ilgisizlik üzerine şunları yazmışım.

Tarih, insanlık hafızasıdır ve ondan ders alınıyor ise bir anlamı vardır.
Bu yüzden çok zengin bir tarih hazinesine sahip olmak, faydalanılıyorsa övünç, faydalanılamıyor veya insanlığın faydalanmasına sunulamıyorsa, hatta depolarda saklanıyorsa utanç kaynağı olarak kabul edilmelidir.

Onun için Burdur Müzesi yıllar yılı içimde bir sancıdır. Benalüx ülkelerinde en az otuz müze gezdim, hepsinin toplam arkeolojik eser zenginliği Burdur Müzesi kadar değildir. Ama ne bu eserleri sergileyecek sayıda müzeleri, ne salonları, ne de bunu pazarlama yeterliliğine ve istekliliğine sahip bir personeli vardır.

 

Burdur Müzesi

Geçmiş yıllarda bir müze ziyaretimde gözlediğim ilgisizlik üzerine Müze Müdürü ile görüşmek istedim. Ziyaretçi sayısının artırılması, halkta ilgi uyandırılması ve Avrupa ülkelerinde bu yönde yapılan çalışmalarla ilgili görüş ve düşüncelerimi aktaracaktım.

Görüştüğüm kişi, „Müdür bey meşgul, önerilerinizi bana anlatabilirsiniz“ dedi. Anlattığım zaman da, yazışmaların çokluğunu söyledi. Atama, tayin terfi, tahkikat vs. Yani müzede personel olmasa iş de olmayacak. Çünkü bu anlatımdan, iş denilen şeyin, personelin kendi özlük haklarıyla ilgili yazışmalar olduğu anlaşılıyor.

Sonuç olarak, personel bürokratik yazışmalarla başedememektedir. Eserler depolara hapsolmuş paslanmaktadır. Ziyaretçi sayısı çok az olduğu halde personelde, sanki bir bezginlik sezilmekte, gelen ziyaretçi kendini rahat hissedememektedir.

Burdur Müzesindeki eserlerle Avrupa’da yüz tane standart müze donatılabilir. Tabii ki müze binaları ve çok sayıda eser olması da, müzecilikte başarı için yeterli değildir.

Bunun sunumu ve sunumu yapacak personel de çok önemlidir. Türkiye’de eser bolluğu, sunum sıfır olunca hiçbir anlam taşımamaktadır. Avrupa’da müzeler darphane gibi çalışmaktadır ve giriş ücretleri çok yüksektir. Amsterdam şehrinde gittiğim en az on Müze içinde giriş ücreti on Avro’dan az olanı yoktu. Ve hiç birisinde de doğru dürüst arkeolojik bir eser de yoktu. Genellikle resimler, teknolojinin kullanıldığı gösteriler vs. ile müzeler, cazibe merkezi haline getirilmiştir.

Bu yıl içinde Burdur Müzesini iki kez ziyaret ettim ve bir hayli gelişme gördüm. Fakat ne yazık ki, beş altı sene önce Burdur Müzesi için yazdıklarım, 2010 Yılında bugün Manisa Müzesi için de aynen geçerlidir.

Yayın Tarihi : 12 Eylül 2010 Pazar 20:57:04


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
K. Mükremin BARUT IP: 85.106.171.xxx Tarih : 15.09.2010 00:27:13

SÜPER: Bana aradığım cevabı verdiniz. Yıllarca aklımın almadığı; "Neden yağmanlanmasına göz yummuşuz? Neden define avcıları soyup soğana çevirmiş? Bunun; bizim isam olduğumuzdan dolayı, paganların yarattıklarına ilgisiz kalmamamız gibi basit bir nedeni olamazdı. Aşağıdaki cümleniz ufkumu açtı.

"Ama Anadolu’daki ören yerleri genellikle Bizans döneminde soyulmuş, para ve altın gümüş gibi değerli eşyaları Türkler Anadolu’ya gelmeden çalınmıştı."

Doğu Romadan devraldığımız bir gelenek de bu olsa gerek. Onların döneminde, yani Hıristiyan kültür tarafından korunuyor olsa idiler, biz de sahip çıkmış ourduk

Teşekkürler.


K. Mükremin BARUT IP: 85.106.171.xxx Tarih : 13.09.2010 16:19:52

Sayın Nazmi Öner üstadım. Her iki makalenizi de save ettim. Daha dingin bir kafayla okumak adına. Ama Teoman Törün üstadımın yorumunu okudum ve güldüm.

Halikarnas Balıkçısı, Anadolu mitolojisini yerli halkla, yani bizlerle ilişkilendirmek için çok uğraştı ama bunu o yörelerde bile sağlayamadı. Padişahın amatör arkeolog olan Shillerman'a TROYA bölgesini kazma yetkisini vermesi, müthiş bir kültürel mirasın hallaç pamuğu gibi atılmasına neden olmuştu. Kentin 11 katmanı birbirine girmiş durumda ve bir daha toparlanamamasının nedeni de bu.

Muhtemel, o ünki yönetim; "Bize ne.  Bunlar putpereslerden kalan miras. İsteyen dilediğini yapsın" diye düşündüler.Ama ben bir çırak kardeşiniz olarak şunu sormak istiyorum: Madem ki Osmanlı 3. Roma İmoaratorluğu. Madem ki, devlet yönetme de dahil, bir çok geleneği onlardan aldık, selefimiz Doğu Roma da mı Hristiyanlığı kabul edince bu kültürlerle temasını kesmişti?  Bu duyarsızlığın daha derin koklerinin olması lazım. Daha 10 asır önce sunnileşmiş ve zaten kendisi de Şaman Gelenekten gelen Türkler, hala içlerinde PAGAN pek çok kültürel unsuru barındırıyorken, nasıl olmuş da bu mirasa sahip çıkmamışlar.Saygılarımla.K. Mükremin BARUT


Nazmi Öner IP: 83.66.151.xxx Tarih : 14.09.2010 23:25:22

Sayın Barut. Anadolu mitolojisini sahiplenmek ya da sahibini aramak, birilerine mal etmeye çalışmak bence pek objektif bir yaklaşım olmaz diye düşünüyorum. Benim naçizane düşüncem, Anadolu’nun yerli halklarının meydana getirdiği kültür uygarlık, Hititler döneminde Mısır ve Mezopotamya’dan da etkilenerek, bu kültürlerle karışıp kaynaştırılan Anadolu kültürü daha da zenginleştirilerek, Ege’ye ve oradan da Roma’ya aktarılmıştır. Oralardan da aldığı katkılarla, Helenistik dönemde İskender ile ve ardından Roma ile tekrar Anadolu’ya dönen bu kültür uygarlık, bugünkü batı uygarlığının da temellerini oluşturduğundan, Anadolu’dan kimse kendi adına bir pay çıkarmaya kalkışmamalı diye düşünüyorum. Eğer Türkler olarak bundan bir pay çıkarmak gerekirse, bin yıldır içinde yaşadığımız bu kültüre elbette ki bizler de hem bir şeyler kattık ve hem de ondan çok şeyler aldık.
Tarihi eserlerin veya genelde sanat eserlerinin değer kazanması ise, genellikle coğrafya keşiflerinden sonra, Avrupalıların keşif adı altında dünyayı yağmalamalarından sonra oluşan birikimlerle zenginleşmelerinden sonra başlamıştır. Bu paralarla zenginleşen insanlar sanayi devrimini, bilim ve teknikteki gelişmeleri desteklerken bir yandan da sanatla ilgilenmeye başladılar. Arkeolojik araştırmalar ve define avcılığı ve koleksiyonculuk hızlandı. Osmanlı ise, coğrafya keşiflerine katılamadığından, bu gelişmelerin dışında kaldı. Hatta bu gelişmelere kapılarını kapadı. Bu alanda yetişmiş elemanı olmadığından Shillerman gibi mezar hırsızlarına soyuldu. Çünkü ne kaybettiğini bilmiyordu. Hatta bırakın bu kafirin değersiz taşları olarak görülen eserleri, kendi tarihimizi bile bilmiyorduk. İsveçli, Macar, Alman vs. Türkologlar, arkeologlar Türk tarihini bu dönemlerde ortaya koymaya başladılar.
Ama Anadolu’daki ören yerleri genellikle Bizans döneminde soyulmuş, para ve altın gümüş gibi değerli eşyaları Türkler Anadolu’ya gelmeden çalınmıştı. Biz bu eserleri koruyamadık, ya Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi soydurduk ya da tabanı taş değil mi bunun diye saygın Avrupalılara hediye ettik.
Şu anda artık bunların değerli olduğunu ülkemiz ve dünya adına bunların sorumluluğunu taşıdığımızı bildiğimiz halde, sayın Törün’ün yorumunda da belirttiği gibi, bunlara yaklaşımımız, kırsal tuvalet anlayışının ötesine maalesef geçememiştir diye düşünüyorum. Katkılarınız için size ve sayın Törün’e teşekkür ediyorum.
 


teoman törün IP: 88.241.189.xxx Tarih : 13.09.2010 10:43:24

Hocam, halkımızın, yönetimlerimizin arkeolojiye bakışları ile müzelerimizin âbâd olması çok uzak geleceği olan bir beklenti ... Hattâ tam bir umutsuz vak'a diyebilirim.1960'larda Antalyayı ziyaretimde ancak İngilizce bir rehber kitap bulabilmiştim. Onun ile yaptığım araştırmalarda Güllük Dağının tepesinde Dünyananın en haşyet uyandırıcı ören yeri Termessos'u dağın eteğindeki kahvehaneden sormuştum; kimse bilemedi; sadece kahveci: "Haa, yabancı turistlerin gittikleri bir antik yer var, şuradan gidiliyor" demişti. İki saatte sekiz kilometrelik yokuşu yürüyerek doğaya iyice gizlenmiş eski kent'in giriş kapısına yaklaştığımda mermer yolun tam ortasında kocaman bir insan  kazûrâtına (dışkı) rastladım. Her hâlde oraya yolu düşen ehl-i iman bir çoban paganist atalara sizin lâyığınız budur demek istemiş.

1970'ler sonunda Fethiyeyede Amintas'ın 102 basamak merdivenle çıkılan muhteşem kaya mezarını ziyaret ederken, aynı zihniyetteki bir yurttaşımızın, orada medfun Karya Kralına bera-i tâzim(!), merdivenlerin çıktığı geniş avlunun tam ortasına  yestehlediği yukarda anılana benzer sanat eserinin mevcudiyetine tanık olmuştum. Geçmiş güzelliklere karşı tavrımız budur.