30
Mayıs
2024
Perşembe
ANASAYFA

Yazar Hidayet Karakuş İle Söyleşi (4)

D- ROMANCI HİDAYET KARAKUŞ

Şark Kültürünün egemen olduğu ülkemizde, her şey kurnaz bir çıkar ilişkisinin konusu olmakta, neyin doğru neyin yanlış, neyin kutsal neyin tabu olduğu anlaşılamamaktadır. Cuntacılar Atatürkçü, siyasetçiler dinci veya milliyetçi, mafya vatan kurtaran aslan rollerini başarıyla sürdürürken, gerçekten Atatürkçü, dindar ve iyi niyetli insanlar dışlanmakta, fanatiklerin hedefi haline gelmekte ve bu tetikçiler, devlet tarafından korunmaktadır.

Ülkenin en önemli sorunları, hak ve özgürlüklerin sıfırlanması, gelir dağılımında yaratılan uçurumlar, açlık ve yoksulluk gibi konular kanıksanmış, kimseyi ilgilendirmezken, sanki tek ve en önemli sorunumuzmuşçasına türban sorunu, otuz senedir çözülememektedir.

Bunlara benzer pek çok çarpıtılmış durum ve olay, elbette ki yazarları etkilemektedir. Fakat sizin için bir olay var ki, eminim bu olayın üzerinizdeki etkisi çok derindir. Sivas’ta ülkenin aydınları diri diri yakılırken, siz orada bu vahşete tanıktınız, ölümden kıl payı kurtuldunuz. Bu insanlık dışı olaydan ve orada yaşadıklarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?

Olayın öyküsü uzun sevgili Nazmi. Bu konuda belgelerle yazılmış çok kitap var. Edebiyatçılar Derneği’nin 1994’te yayımladığı Sıvas Kitabı/Bir Toplu Öldürümün Öyküsü, Öner Yağcı’nın Sivas’ı Unutmak’ı, Çetin Yiğenoğlu’nun Ölü Ozanlar Kenti aklıma geliverenler.

İçeride yüz on kişi dolayında insanın bulunduğu Madımak Oteli’ni altı saat taşladıktan sonra yakanlara ne söylenebilir? Bu insanları bu hale getiren, canavarlaştıran çağ dışı inançları kullananları hep biliyoruz. Bu bağnazlığı bilimle yıkmaya çalışan Mustafa Kemal’mizin kemikleri sızlıyor.

Yaşadıklarımızı ben de Şeytanminareleri’nde roman kurgusu içinde anlattım. Gerçeğin taşı her zaman ağırdır, yakıcıdır.

 

Elbette ki Sivas’ta yaşadıklarınız, bundan sonraki eserlerinize yansımış olmalıdır. Sivas olaylarının edebi kişiliğinize ve eserlerinize etkilerini kısaca anlatabilir misiniz?

1993’teki Sivas Cankıyımı’nda yaşadıklarımız pek çok insan gibi benim de ruhsal dünyamı alt üst etti. Belki çok daha büyük bir ruhsal çalkantıya düşebilirdim ama hep tarihsel süreci, insanlığın geçmişten bugüne yaşadığı bağnazların acımasız eylemlerini düşündüm. İskenderiye’de Hıristiyan yobazların öldürüp etini kemiklerinden ayırdığı çağının aydın kadını Hipatia’yı düşündüm. Hıristiyanların Engizisyon Mahkemelerini, Galileyi, Bruno’yu, Nesimi’yi, Hallac-ı Mansur’u, Kubilay’ı, 1978’de Kahramanmaraş’ta öldürülen yüzlerce kişiyi düşündüm. İnsanlığın yolunun hep uzun olduğunu, aydınlanmanın her kişiye ulaşamadığını, sömürgecilerin bizim gibi ülkelerde aydınlanmayı engellediklerini, bununla savaşmak gerektiğini düşündüm. Bu nedenle benim elimde tek silah vardı: Kalem. 1995’te Ateş Mektupları’nı yazdım Madımak Cankıyımı’ndan sonra. Derken hiç susmayan yara Şeytanminareleri’ni yazdırdı 2005’ten sonra.
 

Edebiyatta en başarılı olduğunuz alanlardan birisi de romanlarınız diye düşünüyorum. Romanlarınızla pek çok ülke sorununu işlemeye çalıştınız ve pek çok ödül aldınız. Fakat sanırım bunlardan Şeytan Minareleri’nin farklı bir yeri olmalı diye düşünüyorum. Çünkü gerek konusu ve gerekse ülkemizin en prestijli edebiyat ödüllerinden birisi olan Orhan Kemal Roman Ödülü’den sonra Dil Derneği Ömer Asım Aksoy ödülünü de kazanması bakımından, Şeytan Minareleri’ni farklı bir konumda görüyorum ben. Şeytan Minareleri’ni hangi duygu ve düşüncelerle yazdınız? Ve bu romanınızda topluma vermek istediğiniz mesaj nedir; bunlardan kısaca bahsedebilir misiniz?

Şeytanminareleri, bir önceki soruda belirttiğim gibi 1993’te Sivas’ta yaşanan Madımak Cankıyımı’nın öyküsüdür. Orada ölenlerin otuz yedi kişi olduğu biliniyor. Bilinmeyen adı anılmayan, basında, televizyonlarda adı geçmeyen ama oradan aldıkları yaralarla dağılan bir ailenin öyküsü vardır Şeytanminareleri’nde. Toplum, basın, devlet yalınkat bir bakış içindedir olaylara. Görünen kadar görünmeyen de yakıcıdır; yakılmıştır. Onu göstermek istedim.

Şüphesiz Türk romancılığı, diğer türler arasından sıyrılarak, uluslararası bir boyutu yakaladı. Otuz kırk farklı dilde okuyucuya ulaşan, uluslararası en prestijli ödüllerle ödüllendirilen –Nobel Ödülü dahil- romancılarımız var. Bu durumu neye bağlıyorsunuz? Türk dili roman yazımına daha mı yatkın? Türkiye’de olaylar ve yazarların yaşamına yansıyanlar, olay ve konu bolluğu insanları roman yazmaya mı itiyor? Yoksa pazarı mı –okuyucu kitlesi mi- etkili oluyor.

Türkçe anlatım olanakları geniş bir dildir. Yaşar Kemal’in bütün yapıtlarında yedi bin sözcük kullandığı saptanmış. Oysa dilbilimcilere göre Türkçe’nin söz varlığı deyim, atasözü, terim, sözcük derken 600 binlere varıyor. Bu dille her şeyi en yetkin biçimde yazmak mümkündür. Yeter ki yazar dilinin gücünü bilsin.

Yazarlarımızın yurt dışında okunmaları, edebiyatımız için büyük onurdur doğal olarak. Yapıtları yabancı dillere çevrilen yazarlarımızla gurur duydum her zaman. Ancak yine de iş bu kadar basit değil bana göre.

Yazarlar bana göre ikiye ayrılır: Birincisi gerçekten yazardır, insanının, toplumunun sorunlarını dert edinerek yazar; ikincisi pazara göre konu seçerek yapıtlarını oluşturur.

Birinci bölümdeki yazarların, uluslararası edebiyat dünyasını da ödülleri de denetleyen bir emperyalist kamptan ödül alması rastlantıya bağlıdır. Beşer şaşar örneği gerçekten demokrat, gerçekten insanlığın geleceğini düşünerek yazan yazarların Nobel’i kazandığı da görülmüştür ama son yıllarda bu ödülü özellikle dünya kamuoyunda kendi ülkelerinin tarihsel gerçeklerine ters düşen yazarlara verildiğini gözlemliyorum.

İkinci bölümdeki yazarlar, kendilerini böyle bir yöneliş içinde bulurlar. Amaç insanlığın derin sorunlarını anlatan bir edebiyatla çağları kucaklamak değil, bahçesinde yetiştikleri gücün hizmetinde kalem oynatmaktır.

Bunların iki örneği var bizde: Ben romancı olarak Yaşar Kemal’in yanına Orhan Pamuk’u koyamam. İkisinin arasında gerek dil anlatım, gerek dünya görüşü, gerek sanatsal güç bakımından dağlar kadar fark var. Yıllarca Nobel’e aday olduğu halde Yaşar Kemal’e vermezler; o bir yurtseverdir çünkü. Evrensel değerleri işler yapıtlarında ama bu ülkenin değerlerini anlatır.

Orhan Pamuk’sa ilk iki romanından sonra sözde tarihsel metinlerden yola çıkarak oluşturduğu romanlarıyla insanlığa sesleniyor! Ancak insanlığın can yakan, sıcak, bugünkü sorunları konusunda yazabileceği çok bir şey yok. En tartışmalı romanı Kar, yapıntı bir romandır.

Onun romanlarını pazarlama tekniklerini iyi bilen bir ajansı vardır. Yaşar Kemal ondan daha çok çevrilmiştir yurt dışında. Üstelik Pamuk’tan çok daha önce dünyada okunmuştur, okunmaktadır. Özgünlük bakımından da Orhan Pamuk’tan fersah fersah öndedir. Peki nasıl oluyor da ona ödül vermiyor Nobelciler? ABD’de seminerlere alınan yetenekli az gelişmiş ülke yazarları içinde kimleri parlatacaklarını iyi biliyor emperyalizmin kültür ajanları. Ancak onları gündeme oturtuyor, halkların beynini bulandırma işlevini onların post-modern yapıtlarına yaptırıyorlar. Bir anlamda çağımız sanatçı değil zanaatçı yazarlar çağıdır.

Değerli kardeşim. Bu söyleşiye zaman ayırdığın için teşekkür ederek sorularımı bitiriyorum. Sorularımın dışında, vurgulanmasında fayda gördüğün başka konular var mı? Varsa bunlardan kısaca bahsedebilir misin? Ayrıca Gönen mezunlarına ve okurlarına buradan iletmek istediğin mesajlar varsa bunları da belirtebilirsin. Tekrar teşekkür ederim.

Yalnız Gönen’de değil ülkemizin bütün öğretmen okullarında, köylerimizden alarak bizim gibi köy çocuklarını okutan bu cumhuriyete, bu halka borcumuz büyük. Hepimiz kalan günümüzü değil yapacağımızı, yapabileceklerimizi düşünerek bu halk için, bu ülke için yaşamaya dört elle sarılmalıyız. Bütün arkadaşlarımın bu düşünceyi anlayacaklarını biliyorum. Gönen’de aynı karavanadan yiyip aynı yatakhanelerde çocukluğumuzu yaşadığımız, aynı kırlarda aynı havayı soluduğumuz arkadaşlarımızla kardeşten ileri bir yakınlığı kurduk. Hiçbirinin yaşadıklarını yadsıyacağını, Gönen’in, Gönenlerin ekmeğine, suyuna aykırı davranacağını düşünemem. Yolumuz sonuna kadar aydınlanmanın yoludur, öyle olmalıdır. Aydınlanma için omuz omuza olmanın zamanıdır.

Sevgili Nazmi, böylesine geniş kapsamlı bir söyleşi için epey hazırlandığın anlaşılıyor. Sağ ol. Bu söyleşi için ben de sana teşekkür ederken bütün arkadaşlara sevgiler sunarım.

Not. Sevgili arkadaşım Hidayet’ten kaleme alacağı yeni romanıyla ilgili güzel tüyolar aldım. Cumhuriyet döneminin kırsal yaşamına ve cumhuriyetin kırsaldan görünüşüne dair bir tarih saptaması olacağını düşündüğüm bu romanını sabırsızlıkla bekliyoruz.
 

Yayın Tarihi : 22 Ocak 2011 Cumartesi 00:26:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?