1
Mayıs
2025
Perşembe
ANASAYFA

Şehrine âşık sanatçıya sevgi ve saygı…

Önceki yazımda sözünü etmiştim Eve Giden Yol/1914 filminin yönetmen ve senaristi Semir Arslanyürek’ten… Ben onu Şelâlle filmiyle sevmiştim. Şellâle tam bir Antakya-Hatay hikâyesiydi. Bir şehrin geçmişte kalan insanlarından yola çıkılarak insani olan duygular, yakın tarihle ilgili anılar; çocuk gözüyle Şellâle filminin karelerine duygu hareleri olarak nakşedilmişti.

Hani derler ya yerelden, kalkarak insanın evrensel dünyasına yolculuk yapmak… İşte Şellâle’de Semir Arslanyürek onu başarmıştı…

Hepimiz severiz Amarcord’u, Benim Sinemalarım filmini…

Niye? Çünkü o filmler daüssılayı, yeni kuşakların anlayabileceği sözcükle nostaljiyi, hüznü, heyecanı, çocuk saflıklarını insanca bir âşkla anlatır… O nedenle de çok sevilirler... Şellâle de Semir Arslanyürek’in ve Antakya’nın Amarcord’u veya Benim Sinemalarım’dır…

Semir Arslanyürek, içinde doğduğu, ana dilini öğrendiği Antakya’nın has ekmeği gibidir. Daha doğrusu âşıklısı…

Yolculuk yaptığımız otobüs Antakya’ya yaklaşırken, Arslanyürek, hiç yerine oturamadı. İskenderun’dan sonra tırmanılan Amanos dağlarının eteklerinden her an görebileceği Antakya’yı hiç görmemiş, sanki yıllarca uzak kalmışlar gibi merakla bekledi… Amik Ovası’nın düzlüğünü görünce de “İşte orası Amik Ovası’dır” diye anlatmaya başladı doğduğu şehri: ”Hiç çıkmadı bu şehir hayatımdan. Hep Antakya ve tanıdığım insanlarla yaşadım. Onların anlattıklarıyla dünyayı çözmeye çalıştım. Sık sık gelirim, param olsa her hafta sonu buraya gelirim…”

Bir insanın tutkuyla şehrinden bu kadar heyecan duyması bu zamanda zordur…

Hatay, gerçekten bu kadar sevilecek şehir midir? Evet… Öyledir… Asi Nehri’nin kenarında, işgalci Fransızların 1930’lu yıllarda kurdukları ve dünyanın ikinci büyük mozaik müzesini görseniz bana hak verirsiniz… Şimdiki gibi zevkle içki içmeye (o zamanlar şarap içerlermiş, şehrin sokaklarında sallana sallana yarenlik ederlermiş zenginlik içinde, hele şarap tanrısını gösteren mozaikler bir harika) düşkünlermiş… Güzel yemek yemeye tutkunlarmış, güzel evlerde oturmaya lâyıklarmış… Çünkü bir medeniyet yaratmış 2-3 bin yıl önceki Antakyalılar… Gidin görün antik Antakya evlerinin tabanlarından çıkan mozaikleri; anlarsanız ne demek istediğimi.

Sonra, yani 1970 öncesine kadar olan şehrin hâlâ var olan çarşı ve çarşı civarı mahallerindeki o güzelim, tek katlı, bahçeli, içinde portakal, turunç, limon, greyfurt, mandalina ağaçlı, çiçek içindeki evler, çok yakın zamandaki zevkli yaşamın konutlarıdır Antakya’nın…

Hiç sözünü etmeyeyim, son 30 yılın gecekondu kültüründen hortlayan filizli evlerle dolu mahallelerini… Onlar Antakya’nın yüz karasıdır demeyeceğim, çünkü oraları yoksullukla doludur; onlar hakir görülmez; vicdan sızlar çünkü… O evler, bir depremde insanlara mezar olacak o evler, ülkenin yoksulluk ve cahillik ayıbıdır… O nedenle hiç sözünü etmeyeceğim…

Hâlâ kozmopolittir Antakya…

Arap, Türk, Ermeni (çok az kalmışlar), yerli Yahudi (600 sayısından 60 sayısına düşmüşler), Kürt, Çerkez, Balkanlar’dan mübadele ve sonraki göçlerle gelenlerle bir kavimler cümbüşüdür Antakya… Tabii inançlarıyla da öyledir: Bu dünyanın ilk Hıristiyanları olmalarıyla övünür Arap kökenli Hıristiyanlar, Aleviler kendi renkli gelenekleriyle doğup büyürler, şehre hoşgörü ışığı yayarlar… Türkler; Türkmenler birlikte yaşamanın temel direğidir.

Şehir hâlâ ezan, çan, hazan ve semah (semah’ı ben ekledim) sesine gerçek anlamda sahiptir… Tüm kışkırtmalara karşın onlar birlikte yaşamanın tadını çıkarmaya hak kazanmışlar…

Semir Arslanyürek belki de şehrini hâlâ bu nedenle seviyor. Şehrinde her adımda ana dilini konuşarak dolaşıyor; geçmişini unutmasın diye doğduğu şehrin filmini yapmanın serüvenini yaşamış ve tatmış ermişler gibi çocukça bir masumiyetle kendisini ve çevresini dinliyor…

İşte… Lafı fazla uzattık yine… Güzelim Antakya’nın o sıhhatli ve lezzetli yemeklerinden hiç bahsedemedik… Olsun ona da bir gün sıra gelir…

İşte o şehrin anısına çivi çakan Semir Arslanyürek için İstanbullu dostları Hatay’da bir gala akşamı düzenlediler… Com Ajans’ın sahibi Fazilet Çulha ve arkadaşlarının bin bir zorlukla altından kalktıkları gala geçen hafta gerçekleşti. Şehrin mütevazı Konak sinemasında gösterildi Eve Giden Yol/1914…

Gördüğüm kadarıyla dünyanın en büyük ve lüks salonunda, dünyanın en büyük şehrinde, tüm dünya sosyetesinin katıldığı bir gala düzenlenseydi film için; Semir Arslanyürek bu kadar mutlu olamazdı… “Bu film, Antakya üçlemesinin ikincisidir. Film artık benden çıktı. Film sizin. Çünkü filmler insanlar için yapılır. Yönetmenler için değil” deyişi ona yetmiştir…

Ya sonraki alkışlar, gelip ona sarılmalar, eski tanıdıklarına “yoldaş” demeler, tüm şehrinin insanlarının karşısında eğilmesi, onlara olan saygısını göstermesi görülesi sahnelerdi…

Bir sanatçıyı geçmişiyle buluşturmak, kendi doğduğu şehre, eseriyle tanıtmak çok önemli…

Kuşaklarından kopuk şehirlerin insanları, nedense sanatçılarını pek hatırlamaz; belki kendi çocuğu olduğu için, belki “Biz zaten onu biliyoruz alışkanlığından...”

Fakat sanatçı duygusallığı farklıdır… O hatırlanmak ister… Ne kadar dışa vurmasa bile yaptıklarının takdir edilmesini arzular içten içe…

Çok yaşa Semir Arslanyürek…Şehrinin geçmişiyle bugünü arasında köprüler kuruyorsun filmlerinle…

Semir’in dostları Fazilet. Muti ve diğerleri siz de çok yaşayın… Bir sanatçıyı hoşnut ettiniz, ona değerli olduğunu anımsattınız… Helal olsun size…

Siz çok iyi filmler yapacaksınız…

Yayın Tarihi : 25 Aralık 2006 Pazartesi 22:44:19
Güncelleme :25 Aralık 2006 Pazartesi 22:56:38


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?