18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Bir Ramazanı Daha Geride Bıraktık !..


Basınımızda gelenekselleşmiştir; Ramazan’ın başlangıcında ve sonunda biraz dini ağırlıklı biraz da eskiye özlem duyulan yazılar yazılır. Ardından da bir iki Bektaşi fıkrasına yer verdiniz mi yazı tamamlanır, amaca da ulaşılmış olur.Günümüzün bizlerden yaşça daha küçük, genç köşe yazanlarından biraz farklı olarak, eski gazeteci üstatlarımızın rahleyi tedrisinden geçtiğimizden ötürü yıllar yılı bu geleneği bizler de sürdürdük. Bugün de bunu biraz farklı bir bakış açısı ile yinelemek isterim.

Eski gazete kupürlerine, Ramazan ile ilgili kesip sakladıklarıma ve kendimin daha önce yazdıklarıma bakıyorum ve hepsinin üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu görüyorum. Bu yazıların hemen hepsinde, teknolojinin bugünkü boyutlara ulaşmadığı yıllarda Kameri ayın konumuna göre Ramazan’ın başladığı ve nasıl ilan edildiği, hurmasından tatlısına, tuzlusundan etine, Ramazan sofralarının nasıl kurulduğu, orucun ne ile bozulmasının daha sevap olacağı yazılmış... O günlerde bugün bazılarının ortaya attığı gibi cinsellikle oruç açılır mı gibisinden sorular da kimsenin aklına gelmemiş... İftar edildikten sonra sahura kadar geçen zaman süreci içerisinde, eğer İstanbul’da yaşanıyorsa Direklerarası eğlenceleri, fakir fukaranın zenginlerin konaklarında nasıl ağırlandığı ballandıra ballandıra anlatılmış. Bunların ardından da Şehzadebaşı’ndaki, Gedikpaşa’daki tiyatrolardan söz edilmiş. Minakyan Tiyatrosu, Abdürrezzak Tiyatrosu, Kavuklu Hamdi Tiyatrosu ve bugünkü İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının başlangıcı olan Darülbedayi Tiyatrosunun bulunduğu Letafet Apartmanı dile getirilmişti. Bunların yanı sıra Ferah ve Turan tiyatrolarında yapılan çeşitli gösterilerden, oyunlardan İstanbul’un ünlü kahvehanelerinden yapılan sohbetlerden, meddahlardan söz edilmiş. Zamanın bu ünlü kahvehanelerine gelenlerin, özellikle Ahmet Mithat Efendi’nin, Muallim Naci’nin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun, Neyzen Tevfik’in bugün bile canlılığını koruyan, günümüze ışık tutan konuşmaları da hep yazılıp çizilmiş. Kuşkusuz, bu arada Şehzadebaşı’nda Arap bacıların eşliğinde dolaşan feraceli hanımlar, devrin zamparaları da bu yazıların tuzu biberi olmuştu.

O günlerde, bugün olduğu gibi Ramazan eğlenceleri veya şenliği adı altında Sultanahmet panayırı gibi rezaletler de yoktu.

Geçmişin Ramazan yazılarından, o günlerin yaşantısından bir an sıyrılıp günümüze döndüğümüzde her şeyde olduğu gibi eski Ramazanların, bayramların değiştiğini görür, aradaki farkı yaşı biraz ilerlemiş olanlar hemen fark ederler ve gerçekten büyük bir üzüntüye kapılırlar... Örneğin günümüzde de iftar sofraları hazırlanıyor ve davetler yapılıyor. Oysa bunlar birbirlerinden çok farklı boyutlarda oluyor. Orta halliler kendi yakınlarını, dostlarını iftara davet ediyorlar; böylece hem sevap kazanıyor hem de yaşam mücadelesi arasında bir araya kolay kolay gelemeyenler birbirlerini görüyor ve iki çift laf etme olanağını buluyorlar. Sorarım sizlere, eski devirlerde olduğu gibi tanımadığınız biri kapınızı çalıp tanrı misafiriyim iftara geldim demiş olsa ne yaparsınız? Önce kapkaçın, hırsızlığın büyük boyutlara ulaştığı şehirlerimizde gelenin hırsız olduğunu düşünür önlemimizi almaz mıyız?.

Eski devirlerin konaklarda verilen iftar sofraların yerini bugün yerel belediyelerin düzenlediği iftar çadırları aldı. Büyük kentlerin en gösterişli yerlerinde büyük iftar çadırları kuruluyor, iftardan bir iki saat öncesi bu çadırların önünde kuyruğa giren insanlar Ezan sesi ile birlikte çadırlara doluşuyor. Sanıyorsunuz ki, bu iftar çadırlarında verilen yemekleri ilgili yerel belediyeler hazırlamış. Böyle sanmakta da haksız sayılmazsınız, çünkü çadırların içerisinde yerel belediye başkanlarının boy boy resimleri asılı... Oysa kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Yerel belediler sözlerinin geçtiği yerlerde, iş sahipleri arasında Ramazan’ın günlerini paylaştırmış ve onları yemek verdirmeye zorunlu kılmıştır. İş sahipleri bu yemeği gönüllü veya gönülsüz olarak mutlaka vermek zorundalar, belediye ile aralarının açılmasını istemezler. Bu arada asıl garabet; yemek verenin veya işyerlerinin isimleri ortada yok, onların yerlerini sevimli yüzleri ile yerel belediye başkalarının resimleri almış...

Son zamanlarda bazı kişilerin veya kuruluşların büyük otellerde iftar yemeği vermesi adet olmuştur. Günümüzde bazı siyasiler, iş adamları şehrin en lüks otellerinde iftar yemeği vererek ne kadar dindar olduklarını, bu yolda sevap kazandıklarını gösteriyorlar. Bu toplantıların bir kaçına zorunlu olarak ben de katılmıştım. Koskoca masalara sıralanmış siyasiler, iş adamları ve kentin önde gelenleri büyük bir huşû içerisinde Ezanın okunmasını bekler, sonra da dua ederek oruçlarını bozarlar. Oysa içlerinden bazıları iftar öncesi lobide fosur fosur sigara içer, sonra da iftar sofrasında zeytin, hurma ve su ile oruçlarını açma numarasına yatarlar. Bazen iftar sofralarında böyle iki yüzlülüklerin sergilendiği de olmaktadır. Sofralarda daveti veren siyasi ise, konu hemen siyasete; daveti iş adamlarından biri veriyorsa bu kez konu ekonomiye, daha fazla nasıl kazanılacağına veya AB’ye girebilirsek oradan neler bekleyeceğimize dönüşür. Bazıları da ne kadar ünlü hatip! oldukların gösterebilmek içen bütün hünerlerini ortaya sererler. Ardından hızını alamayanlar salonda önceden hazırlanmış kürsüye çıkarak siyasi niteliklerini anlatır, bu konudaki düşüncelerini peş peşe sıralarlar. Bu arada pek çok kişi de İslamiyet’teki gerçek iftar amacından uzaklaşıldığını görmekte gecikmez.. Öte yanda bu toplantılara katılanlar da sonradan filancanın, falancanın iftarına katıldık gibi sözlerle öğünürler. O sırada kimsenin aklına yahu şu sokaktaki iftar çadırı kuyruğunda olanlarından birini çağıralım demek de nedense gelmez. Gelemez çünkü sofranın kalitesi düşer!...Ya gelenler ağızlarını şapırdata şapırtada yiyor, çatal bıçakları görgü kurallarına uygun kullanamıyorlarsa?

Eski Ramazanların bir özelliği de mahalle mahalle dolaşan Ramazan davulcuları idi. O günlerin Ramazan davulcularının da bir raconu vardı. Davulcular belirli bir ritim çerisinde davullarını tokmaklar ve çeşitli cinaslar içeren maniler söylerlerdi. Bu manilerin çoğu bugün folklor biliminde yer almış ve yayınlamışlardı. Günümüzde de mahalle davulcuları şehrin yasaklanmamış bazı kesimlerinde dolaşıyorlar. Ancak eskiden olduğu gibi artık her tokmağı eline alan sokağa fırlayamıyor. Anadolu’dan Büyükşehirlere akın eden davulcular önce yerel yönetimlerden belge aldıktan sonra kendi aralarında sokakları paylaşıyor, ardından da sahur için oruç tutanı da tutmayanı da kaldırıyorlar. Burada amaç mahallede yaşayanları sahura kaldırmak değil Ramazan boyunca bahşiş toplamaktır. Toplanan para davulcular veya bu işi organize edenler arasında mı paylaşılıyor yoksa birbirlerine kazık mı atılıyor, bilemeyiz!.. İş hayatında çoğu kişi birbirine kazık atar da davulcu davulcuya neden kazık atmasın ki!.. Ne var ki, bazı mahallelerde tokmakçılar tepki ile karşılaşıyorlar. Bazıları bizim evde çalar saatimiz var, cep telefonu servisleri uyandırıyor, televizyonlar sahura kalkacağımız saati duyuruyor, elimizde de imsakiye var ne zaman kalkacağımızı biz biliriz, davulcuya ne gerek var diyor... Bununla beraber bu kişiler seslerini fazla yükseltemiyorlar, yükseltirlerse, bunun adı dinsizlik, münafıklık oluyor.

Eski günlerde bugün olduğu gibi trafik keşmekeşi de yoktu. Herkes belirli bir saatte işinden çıkar evine gider ve iftarını yapardı, bugün ise saat ikiden sonra her şey sözcüğün tam anlamıyla felç oluyor. Trafik tam bir arapsaçı , resmi kuruluşların çoğunda öğleden bir iki saat sonra paydos başlıyor; bir iki kişi büroda bırakılıyor. Diğerleri iftara yetişmek için evlerinin yolunu tutuyor. Bu arada oruçsuz uyanıklar da bu hengameye karışıp bir an önce işten kaçıyor.

Eski Ramazanların bir özelliği de minareler arasında kurulan mahyalardı. İlk defa Sultan II.Selim zamanında (1566-1674) Regaip ve Mevlit geceleri kandil yakılmıştı. Sultan I.Ahmet zamanında da (l603-1617) bütün Ramazan boyunca minarelerde kandil yakılması gelenekselleşmişti. Fatih Camisi müezzinlerinden Hattat Nafiz Efendi son derece sanatkarane işlediği bir çevreyi Sultan I.Ahmet’e hediye etmişti. Bu çevrede iki minare arasında bir yazının oluşu padişahın son derece hoşuna gitmiş ve bunun bütün camilere uygulanmasını istemişti. Böylece Osmanlı tarihinde ilk mahya Sultanahmet Camisi’nin minarelerinde kurulmuştu. Mahya kurmak son derece güç ve beceri isteyen bir iştir. Minareler arasında gerilen iplere en küçük bir eksiği olmadan kandillerle yazı yazmak öyle kolay bir iş değildir. Mahyacılar önceden kuracakları mahyayı kağıt üzerine çizer sonra da onları minarelere uygularlardı. İplerde yapılacak en küçük yanlış mahyayı bozardı. Mahyalarda devrin ünlü hattatlarının yazılarının yanı sıra kayık, gemi, ay yıldız, ok ve yay gibi resimlere de yer verilirdi. Günümüz Ramazanlarında da camilerde çeşit çeşit mahyalar kuruluyor hem de en modern usullerle, rüzgarın söndüremediği ampullerle... Ama gelin görün ki, bugün artık ne o eski mahyalar, ne de mahyacılar var. Hepsi tarihin derinliklerinde kaybolmuş güzel bir anıdan öteye gidemiyor. Günümüz mahyalarında bir yaratıcılık göremezsiniz, her yıl aynı sözler yazılır, bir yenisini yazabilecek düşünce bile kalmamış...

Eski İstanbul Ramazanlarından küçük bir kesiti dile getirirken biraz da bugünkü yozlaşmadan söz etmeğe çalıştım. Bu nedenle de okuyucularımın Cumhuriyet Bayramını ve Ramazan bayramını kutlarım.



erdemyucel2002@hotmail.com

Yayın Tarihi : 30 Ekim 2005 Pazar 22:08:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?