27
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

Çanakkale’nin gölgesinde Ankara, İmralı, Kandil üçgeni!..

Çanakkale savaşlarının 98. Yıldönümü kutlanırken gündeme oturan İmralı görüşmeleri, karşılıklı diyaloglar mektup teatileri sürüp gidiyor. Ne olacağı da henüz meçhul.

Çanakkale savaşlarının yıldönümü ile Ankara, İmralı, Kandil üçgeninin aynı günlere rastlaması biraz garip tecelli!.. Bazıları çıkmış, utanmadan Çanakkale şehitlerimiz için o askerler boşuna öldüler gibisinden garip garip laflar ediyor. Bu düşüncede olanlarla bir araya gelip tartışılır mı?

Çanakkale savaşlarının neden çıktığını, Osmanlının neden çöktüğünü, Lozan’ı bir türlü anlamak istemeyenler ile ne tartışılırki… Her zaman yazdığım gibi tarih bilmeden ne politika yapılır ne de boylarını aşan sözler söyleyenlerle tartışılır…

Çanakkale savaşları ne amaçla başlamıştır?

İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmekte asıl amaç; Rusya’ya güvenli bir tarım ve askeri ticaret yolu açmak, Alman müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri zayıflatmak ve günümüzün kanayan yarası Ortadoğuyu ele geçirerek petrole sahip olmaktır.

Çanakkale’den deniz yoluyla geçmek isteyenler bunu başaramayınca karadan gitmeyi denemişler, onu da başaramamışlardır. Atatürk önderliğinde Türk askeri sözcüğün tam anlamıyla bir destan yazmıştır. Osmanlı I.Dünya savaşında müttefiklerinden ve onların açtırdığı bir kaç cephe yüzünden İstanbul işgal edilmişse de yine de kazançlı çıkmıştır. Atatürk gibi devrimci bir lider ortaya çıkmış, köhneleşen Osmanlının yerine yeni bir Türk Cumhuriyeti kurulmuştur.

Ne gariptir ki, tarihten habersiz bazı gazeteler Çanakkale savaşı için deniz zaferi diye başlık atıyor. Oysa Çanakkale hem deniz, hem de kara zaferidir.

Çanakkale savaşlarının yıldönümü kutlamaları yapılırken İmralı, Kandil müzakereleri (!) sürüyor. Mektuplar gidip geliyor, Apo denen adam ön planda… Bir sözüyle PKK’nın çekileceği, yıllardır sürüp giden savaşın biteceği sanılıyor. Garip hem de çok garip; hükümetin karşısında bir yanda İmralı, diğer yanda Kandil, ikisinin arasında gidip gelen BDP milletvekilleri…

Mektup diplomasisinde (!) BDP’li eşbaşkanı bir milletvekili çıkıyor "Öcalan’ın elinde sihirli değnek yok“ diyor, ardından ekliyor; "BDP olarak biz Öcalan’ın mektubunu Parti Meclisi, Meclis grubu ve MYK’da tartıştık. Öcalan’ın hazırladığı mektupları Kandil‘e ve Avrupa’ya BDP ulaştırdı. Doğal olarak bu merkezlerin görüşlerinin de yine BDP heyeti tarafından İmralı’ya götürülmesi gerekiyor.“

Çoğu zaman yazdığım gibi, eskilerin deyişiyle de bir yaşımıza daha giriyoruz.

Türk halkı PKK terörünün bitmesini, bundan böyle kan dökülmemesini istiyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti hükümetince de toplumun onurunun ayaklar altına alınmaması, bölücü tavizler verilmemesi gerekir. Bu arada başımızdaki terör belası, Kürt sorunu çözülmeden Anayasa çalışmalarının yapılması da biraz zor görünüyor. Sayı çoğunluğuna dayanarak taviz verilecek olursa bunu Türk halkının nasıl benimseyeceği de başlı başına tartışma konusudur. Sayısal olarak gücü olmayan muhalefetin bu konuda ne yapacağı, destek olup olmayacağı da biraz karmaşık. MHP anlaşmaya bütünüyle karşı olduğunu ileri sürüyor. Kendi iç sorunlarını bir türlük çözemeyen, ağırlığını bu yönde koymaya çalışan CHP ise ne şiş yansın ne de kebap taktiğini sergiliyor. Parti içerisinde bir yanda „sol yenilikçi“ diğer yanda „ulusalcı“ kanat var. Böyle olunca CHP’den sağlıklı bir karar çıkar mı? Bu konuda olumlu veya olumsuz muhalefet yapabilir mi?

CHP İmralı, Kandil diyaloğuna destek için dört şart ileri sürüyor.

"Süreç samimi yürütülmeli. İniş çıkış olmamalı.
Yasaların suç saydığı eylemlere yer verilmemeli.
Şeffaf yürümesi için muhalefete bilgi verilmeli.
Parlementer sistemi değiştirmek için kullanılmamalı
" diyor…

Bu sözlerden ne anlaşılıyor? CHP bu sözleriyle net bir tavır ortaya koyuyur mu? Bir milletvekilinin konuşma özgürlüğünün kısıtlanması demokrasi ile bağdaşabilir mi?

Siyasetçilerin bireysel görüşleri olur ama söyledikleri partiyi bağlamaz. Çünkü onlar kişiseldir. Demokrasi ise hiç bir zaman kaos değildir.

Yazıma Çanakkale Savaşı ile başlamıştım. Bu zaferin muzaffer kumandanı, o zamanki rütbesiyle Yarbay Mustafa Kemal’in sözüyle son vermek yerinde olacaktır.  "Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur."
 

erdemyucel2002@hotmail.com

Yayın Tarihi : 20 Mart 2013 Çarşamba 10:19:34


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Dr. S. A. IP: 95.15.240.xxx Tarih : 22.03.2013 22:02:29

 Sayın Erdem Yücel; Sunumunuzda gerçek olan bir tarihi,  (ki bazı kesimler bunu inkâr etme şerefsizliğini göstermektedirler) bu günümüzde gelişen olaylarla
 kıyaslamanız ve gençlerimizi aydınlatmanız yönünden beni son derece duygulandırdı. Beni mazur görmeniz dileklerimle ben de birkaç hususu -haddime göre- belitmek istedim: "Çanakkale Deniz ve Kara Savaşları"  18 Mart gününe münhasır bir zafer değildir, onbir ayı kapsayan bir süreç içinde Mustafa Kemal'in hergün kazandığı zaferlerlerdir. Ulu Önderimizin 25 Şubat 1915 tarihinde Eceabat'a ayak bastığında, geleceğe yönelik düşünceleri şu olmuştur; 'Batılı emperyalistlere Anadolu'da yer vermemek için girişimlerini/ayaklarını Çanakkale Boğazında kesmek !'  Bu savaşlar,10 Aralık 1915 yılında Batılı emperyalistlerin pes etmesiyle sonuçlanmış ve bu tarihte görevini tamamlayan Mustafa Kemal, nöbetini 5. Kolordu Kumandanı Fevzi Paşa'ya (Çakmak) devretmiştir. Mustafa Kemal'in, onbir ayın,her gününün her saatininin her saniyesinin verdiği mücadeleleri yazmak mümkün olabilseydi, ortaya çıkacak yapıt onbir katlı bir binanın tüm odalarına sığamaz idi.. Ulu Önderin verdiği bu mücadelerden kısaca birkaç örneği -anlayabilene- vereyim. Tüm insanların sevgileri ve duygusallıkları olabildiği gibi elbette ki bu yüce kişide bunlara sahip idi. 30 Mart günü Maydos Karargâhından Madam Corinne'e gönderdiği mektupta şunları belirtmiştir: Bir aydır buradayım ve Çanakkale Boğazını Müttefiklerin çıkarma teşebbüsünde bulunan donanmalarına  ve kuvvetlerine karşı müdafaa ediyorum. Bu ana kadar, sevgili Corinne, hep başarılı oldum ve aynı yerde kalırsam, kuvvetle ümit ediyorum ki daima başarılı olacağım. Burada benim ismimin duyulmamasına şaşırmamalı, çünkü ben, mühim bir muharebenin kahramanı olarak Mehmet Çavuş'a şeref kazandırmayı tercih ettim. Tabii şüphe etmezsiniz ki, muharebeyi idare eden sizin dostunuzdu ve savaş gecesi muharebelerin saflarında Mehmet Çavuş'u bulan da o idi. .....Geçmiş ve geçmiş zamanın hatıraları ebedî bir hayata sahiptir. Beni unutmayınız Corinne, hattâ bu harpte ölsem bile.* Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşlarının doruğa çıktığı 9/10 Ağustos gecesindeki gelişmelerden de şöyle bahseder: ...Gün doğmak üzereydi. Çadırımın önüne çıktım, oradan hücumun yapılmasını bekleyecektim. ... Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağaracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa ve kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende duran askerimiz üzerinde bir defa patlarsa, hücumun imkansızlığına şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. ....... Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım, yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki;  "Askerler !, karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur ! Fakat siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim. Siz, ben kırbaçımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!"  .......kırbaçımı havaya kaldırarak hücum emrimi verdim. ..... Süngüleri ve ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız, kırbaçımın aşağı inmesiyle demirden bir kitle halinde aslanca bir saldırıyla ileri atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde gökyüzüne yükselen bir sesten başka bir şey işitilmiyordu; Allah, Allah, Allah !   Düşman, silah kullanmaya vakit bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele neticesinde, ilk hatta bulunan düşman tümüyle imha edildi (10 Ağustos) **

* "Atatürk'ün Bütün Eserleri" Kaynak Yayınları. C-1, S-211  ** C-1, S-447

 


Teoman Törün IP: 85.103.117.xxx Tarih : 23.03.2013 13:37:11

Ulusu ile onur duymamanın şerefsizlik olduğu konusunda sizlerle tümüyle aynı fikirdeyim. Nitekim bu konuda olumsuz bir örneği, şu anda yayınlanmakta olan "Rus Edebiyatı" dizisinin 93. bölümündeki bir örnekle verdim. Alıntılıyorum:

"Şimdi “Yüz yüze” öyküsünün özet ve değerlendirilmesini sunalım:
“Öykünün baş karakteri Kırgız asker İsmail Orduyu terkedip, gizlice yuvasına döner. Bu kaçışı ile dışlanması gereken toplumla bağını fizyolojik ihtiyaçları açısından korumak zorundadır. İhtiyacı olan eti, çok çocuklu dul kadın komşusunun tek ineğini çalarak sağlar. Bu hırsızlığı karısı Saide ile arasında oluşan sarsıntıyı kopuş noktasına getirir. Zavallı kadın evde gizli yaşayan kocasını korumak için olanca fedakârlığı göstermiş; son lokma ekmeği onunla paylaşmıştır. Şimdi artık, kucağında çocuğu, kendisini öldürme ihtimâline aldırmadan eşinin saklandığı yeri askerlere göstermektedir. Ailesi yıkılmıştır; yaşamı tümüyle karanlık bir hâle gelmiştir ama, bedeli ağır olsa da, ölüm korkusundan azade kalmış; bir insan olarak ayağa dikilmiştir.” Zamanında Sovyet yetkilileri ve resmî eleştirmenleri çok memnun eden bu öyküdeki İsmailin yoksul kadın komşusunun ineğini çalmasının elbette etik açıdam savunulur tarafı yoktur ama, Komünizmin enternasyonal olduğunu iddia ve Batı Emperyalizmini tel’in edip de, Troçky’nin anlayışının tersine bu idealin uluaslararası plânda barışçıl bir kampanyasının yapılması yerine fiilen Rus Çarlığının emperyalizmini seçen, Aytmatov’un babasının da, ulusalcılık suçlaması ile kurbanı olduğu terörü yaratan Stalin’in Sovyetler Birliğinde, Birliği oluşturan ülkelere özgürlük tanımayan tavır ve hattâ daha ilerki dönemlerde Macaristan, Çekoslavakya, Polonya gibi bağımsız olması gereken uydulara tatbik edilen saldırgan tutumu göz önüne alırsak yazarın Sovyet Ordusunu terkeden bir Kırgız asker kurgusunu seçmesi bana baskı karşısında teslimiyet ve  tâbiyet gibi göründü. Belki Aytmatov koşullara uyup belli bir süre için barışçıl davranmayı seçmiş olabilir. Ama bildiğimiz gibi büyük şairimiz Nazım Hikmet mecburen Sovyetlere sığınıp Azerbaycanı’nı ziyaret ettiğinde yerli halkla Türkçe konuşmasına karşı Rusca konuşması gerektiği yolunda sert bir uyarı alınca ilk düş kırıklığını yaşamıştı. Ancak Sosyalist Demir Perdenin yıkılışı ile Türkî ülkeler de kansız birşekilde bağımsızlıklarına kavuşmuş, gerçek devletlerini kurmuşlardır. Her ulusun bağımsızlığını talep etme hakkı vardır. Bu bakımdan Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir’in Komünist Çin emperyal uygulamasına karşı oluşturduğu Doğu Türkistan (Uyguristan), Tibet Sürgün Yönetimi, İç Mogoliston ve Demokratik Çin muhalefet hareketinin taleplerini Pekin Hükûmetinin dikkate alması beklenir."