2
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

Çözülemeyen Eğitim Sorunumuz!..


Türkiye’nin eğitim ve kültüründeki sorunların çözümü iç ve dış siyasetten, ekonomiden çok daha önde gelmelidir. Yıllar yılı bu konunun üzerine eğilmek istenir, iktidara gelen partiler kendi görüşleri doğrultusunda kararlar alır, kendilerince yeni düzenlemeler yaparlar. Yaptıkları düzenlemelerin başında müfredat programlarında ve okul kitaplarındaki değişikler gelir. Kısacası kendi siyasi görüşlerine uygun biçimde içeriklerde bir takım değişikler yaparlar. Sonunda her şey eskisinden çok daha kötü olur.

Günümüzde ilköğretimden başlayarak üniversite eğitimini de kapsamına alarak gelişen sorunlar bir çığ gibi büyümektedir. Ayrı bir uzmanlık alanı isteyen, bilen bilmeyen pek çok kişinin üzerine eğildiği bu konuya yön vermeye çalışması eğitimi daha karmaşık ve içinden çıkılamaz bir boyuta sürükler. Bu konuya yıllarını vermiş eğitimciler, sorunların içerisinde yaşamış uzmanlara da çözüm üretilmesi için danışıldığını da pek sanmıyorum. Yıllar yılı eğitim sorunu en iyisini ben bilirim düşüncesi içerisinde çözümlenmeye çalışmıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da genel kültürden, bilgiden yoksun, ellerinde yalnızca hiçbir işe yaramayan diploma olan bir gençlik ortaya salınmıştır. Sınavlarda çocukların yarış atlarına dönüştürülmesi, onlarla birlikte aileleri de bunalıma sürüklemiştir. Çocuklardan önce aileler bu yarışa katılmışlardır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak dershane ismi altında bir takım ticarethaneler ortaya çıkmış, devletin okulları ikinci plana itilmiştir. YÖK’ün açacağı sınav sistemlerine yönelik kazanç politikası izleyen dershanelerin öne çıkışı ile ders yılının son aylarında devlet okulları terk ediliyor, sınıflar boşalıyor. Ardından üniversiteye girebilmek için başlayan yarışın sonunda, başta aileler olmak üzere büyük bir çoğunluk hüsrana uğruyor.

Cumhuriyetin kurulduğu yıllara dönecek olursak, Atatürk’ün bu toplumun gelişmesi, eğitilmesi için büyük atılımlar yaptığını görüyoruz. Kuşkusuz, Atatürk devrimlerinin temel ilkesini eğitim oluşturmuştur.

Eğitimde yeni bir yapılanmaya gidilecekse öncelikle sosyal yapıdaki sorunları iyi tespit edebilmek ve onların eğitimle nasıl çözümlenebileceğinin yollarını aramakla işe başlanmalıdır. Atatürk, Bursa’da 1922 yılında öğretmenlere yaptığı bir konuşmasında bugün dahi geçerli olan bazı ana noktalara değinmiştir:

“Düşünceler anlamsız, mantıksız, safsatalarla dolu olursa, o düşünceler hastalıklıdır. Bir de toplumsal yaşayış akıldan, mantıktan uzak, faydasız, zararlı birtakım görenek ve geleneklerle dopdolu olursa yaşam felce uğrar, ilerleyemez, gelişemez.”

Atatürk’e göre uygarlık yolundaki başarı; yenilikleri kavrayıp uygulamaya, yenileşmeye bağlıdır. Toplumsal yaşayışta, ekonomik yaşayışta, ilim ve fen alanında başarılı olabilmek için ilerleme ve gelişme yolu da buradan geçmektedir. Nitekim büyük zaferin kazanılmasından sonra Atatürk öğretmelere yönelik yaptığı bir konuşmada;

“Ordularımızın kazandığı zafer, sizin eğitim ordularınızın zaferi için yer açtı, yol hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak, siz koruyup sürdüreceksiniz” demişti.

Bunun ardından laik eğitim ve eğitim ilkelerini yerleştirecek okullarda bilimsel eğitimi ön plana almıştı. Üniversite reformu (1933) ile İstanbul Üniversitesi’ni dünya üniversiteleri ile boy ölçüşecek duruma getirmişti. Bunun ardından Ankara Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan Dil Tarih Coğrafya Fakültesi eğitime açılmıştı (1936). Türk toplumunu kendi dili ve tarihi üzerinde bilinçlendirmek amacıyla da Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu 1931–1932 yıllarında kurulmuştu.

Atatürk bilimsel düşünceye dayanan laik bir eğitimden yana olmuş ve bunu uygulamaya koydurmuştur. Bütün öğretimin tek elden bir anlayış içerisinde yürütülmesinin mahalle mektepleri, dergâhlar ve medresenin vereceği çağ dışı eğitimden çok daha yararlı olacağını düşünmüştü. Böylece eğitim yönünden geri bırakılmış toplumu aydınlatmaya çalışmıştır. Bunun sonucu olarak da okullarda çağa uygun bilimsel bir eğitim sistemini kurmuştu.

Köy Enstitüleri ve Halk Evleri ülkeyi aydınlatmaya yönelik kuruluşlardı. Biri kırsal kesimdeki öğrencileri, diğeri de halkı eğitmeye yönelik çalışmalar yapmışlardı. Ancak Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle oy uğruna her iki eğitim kurumu gözden çıkarılarak kapatılmışlardı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi,1950’den sonra karşı devrim hareketlerini ortaya çıkarmıştır. Bazı siyasi parti liderlerinin “bizim arka bahçemiz” dediği imam hatip okulları kuruluş amacından saptırılmış, Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan “Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklarla bir takım unvanların men ve ilgasına dair” 677 sayılı kanun yürürlükte olmasına rağmen, dergâhların gizlice faaliyet göstermesi ve halkın bazı kesimlerini eğitmeye çalışması, ortaya eğitimsiz, dar görüşlü bir toplumun yeşermesine yol açmıştır. Bütün bunlara karşılık devrim karşıtı hareketler kısmen başarılı, kısmen de başarısız kalmıştır. Başarısız olunmasındaki en büyük neden de aydınlanma çağına ulaşmış bir Atatürk kuşağının yetişmiş olmasıdır. Bununla beraber bu yolda kat edilmesi gereken çok daha uzun yollar vardır.

Bugün eğitim düzenine baktığımızda, aydın kişileri düşündüren bazı sorunlar vardır; Atatürk’ün üzerine titrediği laik eğitim O’nun çizdiği yolda mıdır, yoksa ondan sapmış mıdır?
Öğretim birliği yürürlükte midir? İmam Hatip Okulları meslek okulları olmaktan çıkmış mıdır? Günümüzde de bunun tartışmaları neden hala yapılmaktadır?

Ne yazık ki, bugün eğitimin çok ucuzladığı açıkça görülmektedir. İlköğretimin sürekli değişen müfredat programları, eğitmekten çok diploma vermeye yönelik yönetmelikler diplomalı, ancak bilgiden yoksun bir kitle meydana getirmiştir. Toplumumuzda elinde ilköğretim ve lise diploması olan bir yığın genç bulunmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu genel kültür ve temel bilgilerden yoksundur. Böyle olunca da işsizler ordusu her geçen gün biraz daha artmaktadır. Üniversite önünde yığılmalar, girip de başarısız olanlar hep bu yanlış eğitim politikasının sonucudur. Öğretim üyeleri yetersiz olan mevcut bazı üniversitelere bir de sürekli yeni üniversiteler eklenmeye çalışılması, her ile bir üniversite düşüncesi de konunun çözümü değildir.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın İlköğretim Kurumları Yönetmeliğini yeni baştan değiştirdiğini basından öğreniyoruz. 160 maddelik yönetmeliğin 67 maddesinin tadil edildiğini, 12 maddesinin tümden, 3 maddesinin de bazı bent ve fıkralarının yürürlükten kaldırdığı basında yer alan haberler arasındadır. Buna göre, sınıf geçmeler zorlaşacak, öğretim yılı sonunda yetersiz öğrenciler için yetiştirme kursları açılacak, öğrenci ya geçecek ya da kalacak, kopya çekene sıfır notu verilmeyip sınavı geçersiz sayılacakmış. İlköğretimde ilk üç sınıfta öğrencilerin ilerleme ve derse yönelik çabaları sınavsız ölçülecek; 4–8 sınıflarda uygulanan sınav sayıları arttırılacak; sözlü sınav kaldırılacakmış. Ayrıca seçmeli dersler ile rehberlik ve sosyal etkinlilere not verilmeyecek, davranış notları değişecek, teneffüs saatleri azaltılacak, beden eğitimine girmeyecek öğrenciler için özel sağlık kurumu raporları geçerli olacak, öğrenci kaydında belge yerine velinin beyanı esas alınacak ve pansiyonlu okullar da kapatılacakmış.

Bu arada kabul edilmesi gereken bir gerçek daha vardır; 1960’lı yıllara kadar eğitim çok daha düzeyli idi ve çok daha kaliteli öğrenci yetişiyordu. Ortaokul ve lise bitirmelerde öğrenciler önce sınıf geçme karnesi alıyor, ardından başarılı olanlar yazılı ve sözlü sınava tabi tutuluyordu. Böyle olunca da üniversitelerdeki yığılmalar olmuyordu. Üniversite sayısının az olmasına karşılık bazı fakültelerin kontenjanları bile dolmuyordu. Kimse gücenmesin ama bugün liselerdeki sosyal bilimlerin çoğu o yıllarda ilkokulda okutuluyordu. Ayrıca fen dersleri de ağırlıklı idi.

Günümüz eğitiminde iki ana noktaya daha değinmek isterim; okullarda bilgisayar ve yabancı dilde ne kadar eğitim verilebiliyor. Herhangi bir yerde iş arayan kişiye öncelikle bilgisayar ve yeterli dil bilip bilmediği sorulmaktadır. Eğitimimizde en büyük eksiklik de yabancı dil eksikliğidir. Yabancı dil bir yana doğru dürüst Türkçeyi ve dil bilgisini bilen kaç öğrenci okulunu bitiriyor? Bugün dil yetersizliğini çekenlerin başında üniversitelerimizin öğretim elemanları gelmektedir. Birçok Yrd. Doç ve Araştırma Görevlisinin yabancı dil sınavını veremeyişlerinden ötürü mukaveleleri uzatılmamaktadır.

Eğitimimize yapılacak en büyük hizmet Atatürk ilkelerinden sapmayan bir sistemi bulup onu yerine oturtmaktır. Yeni bir yol bulunamıyorsa, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim sistemi en idealidir. Bu sistemi çağdaş doğrultuya oturtmak, belki de yapılacak en doğru davranış olacaktır.



erdemyucel2002@hotmail.com
Yayın Tarihi : 18 Mayıs 2006 Perşembe 11:31:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
......... IP: 85.110.87.xxx Tarih : 10.03.2008 16:06:24

bence de .Eğitim sistemini hiç beğenmiyorum.Lise diplomasını alan bir çok kişinin bilgiden yoksun olduğunu biliyoruz