22 Temmuz seçimleri için yapılan mitinglerde hiç yeri ve gereği yokken bir anda konu ekmek karnesine getirildi. Başbakan Tayip Erdoğan miting alanındaki halka elindeki eski bir nüfus kâğıdını göstererek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Muhterem vatandaşlarım, CHP demek kıtlık demektir, yokluk ve karne devri demektir. Bunlar ekmeği bile karneye bağladılar. Vatandaşı aç bıraktılar.”
Bu sözleri televizyon ekranlarında duyduğum an irkildim, acaba yanlış mı duydum diye doğruldum. Daha bir dikkatle konuşmayı izlemeye başladım:
“Bakınız, 1944 yılında bir vatandaşımızın nüfus cüzdanı. İşte damgalar, mühürler. Ekmeği karneye bağladıklarının ispatı...”
Başbakan gerçekten ya tarih bilmiyordu, ya da kendisini dinleyenleri basit ve kültürsüz insanlar olarak niteliyordu. Belki de onlar ben ne söylersem inanırlar mantığı içerisinde CHP’yi hiç de hakkı olmadığı halde aşağılıyordu.
Bu olay günümüzden 63 yıl önce II. Dünya Savaşı’nın en şiddetli ve Avrupa’yı kasıp kavurduğu günlerde geçmişti.
Nüfus kâğıtlarının değiştirildiği dönemde ben de defter şeklindeki nüfus kâğıdımı vermemiş ve anı olarak saklamıştım. Merak ettim o günlerdeki benim nüfus cüzdanımda neler var diye sayfaları karıştırmaya başladım. Benim nüfus cüzdanımda Başbakanın söylediklerinden daha da fazlası vardı. Ekmek Karnesi verilmiştir, patiska verilmiştir ve bunları alacağım bayiler vs. vs... Yalnızca ekmek değil, şeker ve un başta olmak üzere hemen bütün gıda maddeleri karneye bağlanmıştı. Ekmekler bile kişiye göre bir gün daha az verilirdi. Onun adı da bugün aç günü yarın tok günü idi. Çaylar çoğu kez kuru üzümle içilirdi... Ne var ki, o gününü bilinçli toplumu bunları bilir, tepki göstermezdi. Söz konusu hayatta kalıp kalmamak idi...
II. Dünya Savaşı’nın çıktığı 1939–1945 yıllarında küçük bir çocuktum. Savaşın başlangıcında daha ilkokula başlamamıştım. Sanırım savaşın ortalarında ise ilkokula gidiyordum. Ancak çocuk gözlemleri çok önemlidir. Genç beyinler küçük yaşlarda yaşadıklarını bir bilgisayar gibi zihinlerine hemen kaydederler. Nitekim ben de o yılları hâlâ bu günmüş gibi anımsarım. Avrupa’yı, Asya’yı kan gölüne dönüştüren savaş Türkiye’nin sınırlarına dayanmıştı. Nazi Almanya’sı Trakya sınırına ulaşmış, diğer bir Alman ordusu Kafkaslara hâkim olmuştu. O günlerde Türkiye’nin savaşa girmesi an meselesi idi. Eldeki sınırlı imkânlarına ortaya koyarak tüm hazırlıklarını yapmış, seferberlik ilan edilmiş, yedekler askere çağırılmıştı. Askere yeniden çağırılanlar arasında babam da vardı. O günlerde mimar sayısı çok az olduğundan babam Kırklareli ve Büyükçekmece çevrelerinde Çakmak Hattı denilen savuna mevzilerini yapan mimarlardan birisi idi. Kolordu Komutanı olan ve devrin ünlü generallerinden Kemal Balıkesir’in sürekli yanında bulunuyordu. O yıllarda şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. İkmal at arabaları ile yapılıyordu. Babamın değişi ile o şiddetli kışlar boyunca savaşa girmiş kadar zayiat vermiştik. İstanbul’da ve Trakya’da yaşayan halkın büyük çoğunluğu Anadolu’ya göç etmişti. İstanbul’da sokaklarda tek tük insanların yürüdüğünü bugün gibi anımsarım. Nazi Almanya’sı, o günkü tabirle Mihver Devletleri ile Müttefikler Türkiye’yi kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu. Türkiye II. Dünya Savaşına girmedi ise bunda en büyük pay Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün idi. Tüm dünyanın yüzyılın dâhisi olarak kabul ettiği Atatürk’ten sonra genç cumhuriyetin başına geçmiş olan İsmet İnönü’nün büyüklüğü hiçbir zaman inkâr edilemez. Bun yazık ki, günümüzün siyasileri bunları bilmiyorlar.
O güç günlerde hükümet bir yandan savaşa her an girebilecek orduyu ve halkını beslemek zorunda idi. Böyle olunca da birçok gıda maddesinin karneye tabi olması da doğaldı. Kaldı ki, o yıllarda Avrupa ülkelerinin çoğunda taş üzerinde taş kalmamış, açlıktan kırılıyorlardı. Nitekim Müttefikler K.Afrika’dan Sicilya ve İtalya’ya çıkarma yaptıklarında bir çorap ve bir yumurta uğrana bedenlerini satan İtalyan kadınlarından söz edilmiştir. Bu tür olaylar daha sonraki Curzio Maleparte’nin “Kaputt” isimli romanına ve filmlere bile konu olmuştu.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte karneler ortadan kalkmıştı. Çocukluk yıllarımda Kuzguncuk’ta Nakkaştepe’de yaşıyorduk. Bir gün çarşıya inen birinden haber geldi; aşağıda simitçi fırını açılmıştı. Hemen çarşıya indik ve camekânlarda ilk kez simit ve halkaları görmüş, uzun uzun onları seyretmiş, ardından da tatmıştık.
İşte o günler böylesine güç günlerdi ve ancak yaşayanlar hatırlar. O günleri yaşları icabı yaşamayanlar, yakın tarihimizle ilgili kitapları okumayanlar nereden bilecek? Peygamberimiz bile “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” diye buyurmuşlar.
Savaşın bitiminden sonra Türkiye biraz daha Batının baskısı ile demokrasiye geçmeye başladı. Tam olarak anımsayamıyorum ama 1946 veya 1950 seçimlerinde İsmet İnönü’nün karşısına Demokrat Partililer küçük bir çocuk çıkarmışlardı. Küçüğe öğretmişler o da bugünkü gibi Paşa’ya “Sen bizi ekmeksiz, şekersiz bıraktın” demişti. İsmet İnönü çocuğun yanağını okşamış, “Evladım, seni ekmeksiz şekersiz bıraktım ama babasız bırakmadım” demişti...
İsmet İnönü nereden bilebilirdi ki, II.Dünya Savaşı’nın zor günlerindeki ekmek karnesini yıllar sonra Başbakan diline dolayacak ve günümüzün CHP Başkanını suçlayacak!...
Bir devlet adamı yabancı dil bilmiyor olabilir, tercümanlarla işi yürütebilir ama hiç olmazsa tarihi ve özellikle yakın tarihi bilmek zorundadır. Bilmiyorsa bazen öyle bir çam devirir ki, telafisi mümkün olmaz...
erdem@kenthaber.com