İstanbulun eski ramazanlarının kendisine özgü özellikleri, gelenekleri vardı. Ne yazık ki, bunların hemen hepsi geçmişin anıları olarak kalmıştır. Müslümanların oruç ayı olarak nitelendirdikleri ramazan, Hicri Takvimin dokuzuncu ayı olup Ramazan-ı Şerif olarak isimlendirilmiştir. Bakara Suresine göre Kuran ramazan ayı içerisinde inmeye başlamıştır. İslam yorumcularının bazılarına göre de orucu farz kılan ayetler yine bu ayda indirilmiştir. Eski Osmanlı yaşantısında Şeyhülislam Kapısında, İstanbul kapısının önünde ayın o andaki görünümü gözlemlenir; bundan sonra Selimiye, Tophane, Beyazıt ve Kandilli Tepesinde toplar atılarak ramazanın başladığı ilan edilirdi. Bu arada davulcular, davullarını çalarak mahalleleri dolaşır ve halka ramazanı duyururlardı.
İslamiyetin beş şartından biri olan, Allahın kulluk ve ibadet niyetiyle tutulan oruç, aynı zamanda insan vücudunun ibadeti olarak ta kabul edilmiştir. Farz, vacib, sünnet, müstehap, olarak nitelenen oruç, tan yerinin ağarmasıyla başlar, akşam güneşi batıncaya kadar sürer. Bu saatler arasında insanlar yemekten içmekten ve cinsel ilişkiden kaçınırlar.
Kuşkusuz, ramazan Müslümanların en renkli ve en ayrıcalıklı bir bereket ayıdır. Allahın en fakir insana bile bu ayda ferahlık vereceğine inanılırdı. Osmanlı kentlerinde ramazan boyunca camilerin minarelerinde kandiller yanar, mahyalar kurulur, sahura ramazan davulcularının çaldığı davullar, söylediği manilerle kalkılırdı. Ramazan aylarının özelliklerinden birisi de iftar yemekleridir. Hemen her Müslüman kendi mali gücüne göre iftar sofraları hazırlardı. Bu gelenek günümüzde biraz yozlaşmasına, gösteriye dönüşmesine rağmen yine de devam etmektedir. Osmanlı döneminin önde gelen devlet adamları, zenginleri konaklarında iftar sofraları açarlardı. Bu sofralara ayrım gözetilmeksizin hemen herkes davetli sayılırdı. Bugün bu geleneği, yerel belediyeler, kurdukları iftar çadırlarında sürdürmektedir. Ayrıca siyasiler, ticari kuruluşlarda belirli kişilere gönderdikleri davetiyelerle iftar çağrısı yapmaktadırlar.
Eski İstanbul yaşantısında, iftar topunu atılması ezanın okunmasının ardından sofralara oturanlar önce reçel, peynir, zeytin, pastırma, sucuk, pide ve simitten oluşan iftariye ile oruçlarını açarlardı. Bunun ardından et, pilav, sebze gibi yemekler ve tatlılar yenilir, kahveler içilir, sigaralar, çubuklar yakılırdı. İftara katılanlara diş kirası adı altında küçük keseler içerisinde bahşiş dağıtılırdı. Akşam namazından sonra Müslümanlar için artık eğlence başlardı. O yıllarda bu tür eğlencelerin yapıldığı yer Şehzadebaşında, Direklerarası idi. Bugünkü Şehzadebaşı Caddesinin eski ismi o zamanlar Direklerarası idi. Bizans Döneminde Philadelphion olan bu cadde, Osmanlı Döneminde tahta sütunlu dükkanlar yapılmış ve geçmiş günlerde bu isimle anılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile Cumhuriyetin ilk yıllarında burada tiyatrolar, kahvehaneler (kıraathane) ve çeşitli eğlence yerleri vardı. Nitekim İstanbuldaki ilk tiyatrolardan Gedikpaşa Tiyatrosundan sonra Minakyan Tiyatrosu, Abdürrezzak Tiyatrosu, Kavuklu Hamdi Tiyatrosu, Direklerarasında çeşitli oyunlar oynamışlardı. Sonraki yıllarda Darülbedayı denilen İstanbul Şehir Tiyatrolarının temeli buradaki Letafet Apartmanının bir dairesinde atılmıştır. Ferah, Turan, Türk salonunda ise çeşitli gösteriler yapılırdı. Direklerarası yalnızca bir eğlence ve gezinti yeri olmayıp, Eski İstanbulun kültürel bir sanat muhiti idi. Buradaki bazı ünlü kahvehanelerde Muallin Naci, Ahmet Mithat Efendi, Şeyh Vasfi, Ahmet Rasim, Nabizade Nazım, Mustafa Şekip Tunç, Neyzen Tevfik, Mehmet Akif, İsmayil Hakkı Baltacıoğlu gibi devrin tanınmış şairleri, edebiyatçıları, fikir adamları bir araya gelir sohbet ederlerdi. Fevziye Kıraathanesi, Darülelhan, Hacı Recepin, Hacı Mustafanın Çayhaneleri bu tür sohbetlerin yapıldığı yerlerdi. Direklerarasının yanı sıra Beyazıt, Aksaray ile Laleli arasındaki Yeşiltulumbada o zamanlar epeyce rağbette idi.
Ramazan aylarının, edebiyatta da önemli yeri vardı. Devrin şairleri ramazandan ötürü ramazaniye isimli kasideler yazarak başta padişahlar olmak üzere devrin önde gelenlerine bunları sunar ve bahşiş alırlardı. Geçmişte en çok ramazaniyeyi Enderunlu Fazılın yazdığı söylenmektedir. Ayrıca Sabitin Sadrazam Bostancı Mehmet Paşaya sunduğu ramazaniye o güne kadar yazılanların en güzeli olarak ün yapmıştı. Sümbülzade Vehbinin , Enderunlu Vasıfın yazdığı ramazaniyeler de o günlerin toplumsal yaşamından kesitler sunmuştur.
Eski İstanbul yaşantısının tarihe gömülmüş özelliklerinden birisi de mahalle mahalle dolaşarak maniler söyleyen davulcular ile maniciler idi. Cumhuriyetin öncesinde mahalle bekçileri camilerin, mescitlerin yanındaki evlerde, odalarda yaşarlardı. İri yapılı, gür sakallı, ağbani sarıklı, meşin kürklü, yün kuşaklı, poturlu bu bekçiler ellerindeki kalın sopalarla kaldırım taşlarına vurarak geceleri gezer, mahallelerin emniyetini sağlarlardı. Osmanlı yaşantısındaki bekçilik görevi babadan oğula geçerdi. Mahalle bekçileri ramazan aylarında davul çalarak sahur vaktini Müslümanlara duyururlardı. Bu arada yanlarındaki maniciler de ellerindeki fenerleri sallaya sallaya maniler söylerdi. Bu manilerin İstanbul folklarında kendine özgü bir yeri vardı
Besmeleyle çıktım yola
Selam verdim sağa sola
A benim sevgili efendim (ismini biliyorsa ismini söyler)
Ramazanı Şerifin mübarek ola
İze geldim ize geldim
İnci mercan dize geldim
A benim şevketli beyim
Arzuladım size geldim
Yeni cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur amma
Arkadaşım börek ister
Ramazan gecelerinde mani söylemek isteyen meraklılarda çıkardı. Bunların çoğu mahallenin güzel sesli delikanlılarıydı. Bu manilerin bir özelliği de her gece için ayrı bir maninin söylenmesiydi.
Eski ramazanlarda bir de helaseciler vardı. Anadoluda özellikle deniz kıyısı şehirlerinde helaseye kayıkçılar olur, tahtadan yapılmış kayık modellerini sırtlarında taşırlardı. Bunlar boyunlarına astıkları küçük bir davulu çalar, yanlarındaki maniciler helase, helese, heya mola yausa diye her evin önüne bağırır ve para toplarlardı.
Bir gemim var direkli
Tayfası aslan yürekli
Eski İstanbul ramazanlarının renkli gelenekleri arasında Beyazıt ve Fatih Camilerini avlularında kurulan sergiler de vardı. Bu sergilerde Hindistan, Yemen gibi ülkelerden getirilen çeşitli malların yanı sıra tütün, gülağacından, abanozdan Erzurum taşından, kehribardan, tesbih, ağızlıklar, şekerleme, baharat, öd ağacı gibi ürünlerde satılırdı.
Eski İstanbul ramazanları birbirinden güzel buluşlar ve geleneklerle bezenmişti. Bunlardan birisi de minarelerde kandil yakılması ve mahya kurulmasıdır. İlk defa Sultan II. Selim zamanında (1566-1574) Regaib ve Mevlit geceleri kandil yakılmıştır. Sultan I. Ahmet (1613-1617) zamanında da bütün bir ramazan boyunca minarelerde kandil yakılması gelenekselleşmiştir. Fatih camisinin müezzinlerinden Hattat Nafız Ahmet Efendi, son derece sanatkarane işlediği bir çevreyi Sultan I. Ahmete hediye etmiştir. Bu çevrede iki minare arasında bir yazının yazılı oluşu padişahın çok hoşuna gitmiş ve bunun camilerde de yapılmasını istemiştir. Böylece Osmanlı tarihindeki ilk mahya Sultanahmet Camisinin minarelerinde kurulmuştur. XVII. yüzyıldan sonra belirli dini günlerde, özellikle ramazan aylarında camilerde mahyalar kurulmuştur. Mahya kurabilmek son derece güç ve beceri isteyen bir iştir. Minareler arasına gerilen iplere en küçük bir eksiği olmadan kandillerle yazı yazmak öyle kolay bir iş değildir. Mahyacılar önceden kuracakları mahyayı kağıt üzerine çizer sonra da onu minarelere uygularlardı. İplerin üzerindeki düğümlerde yapılacak en küçük hata mahyayı bozardı. Mahyalarda devrim ünlü hattatlarının yazıları yazılır çirk ,kayık, gemi, ay yıldız, ok ve yay gibi resimlerde onları tamamlardı. Günümüz ramazanlarında camilerde çeşit çeşit mahyalar kuruluyor; hem de en modern usullerle, rüzgarın söndüremediği ampullerle...ama gelin görün ki bugün artık ne o eski mahyalar ne de mahyacılar var. Hepsi tarihin derinliklerinde kaybolmuş güzel bir anıdan başka bir şey değiller.
Eski İstanbullular ramazanın 27. günü olan Kadir Gecesinde teravih namazını Ayasofyada kıldıklarında, dilek ve dualarının Allah tarafından kabul edileceği inancını taşırlardı. Bunun içinde o gün büyük bir kalabalık Ayasofyaya gelirdi. Aysofyanın içerisinde yer bulabilenler iftar topunun atılmasıyla birlikte yanlarında getirdikleri çekirdeksiz hurma ve üzüm taneleriyle oruçlarını açar, ardından akşam namazını kılarlardı. İstanbula dışarıdan gelenler sabah namazını Ayasofyada kılmak istediklerinden o geceyi Sultanahmet çevresinde geçirirlerdi. Bu nedenle de Ayasofyanın çevresinde seyyar aşçı, köfteci, tatlıcı dükkanları ve kahvehaneler kurulurdu. Ramazanın son cuma namazı mutlak suretle Süleymaniye Camisinde kılınır bu arada Eyüp Türbesi de ziyaret edilirdi.
Eski İstanbul yaşantısında, bir daha gelmemecesine geçip giden anılardan bir örnek...Eskilerin deyimiyle hayali cihan değerde...
erdemyucel2002@hotmail.com