16
Haziran
2024
Pazar
ANASAYFA

Güle Güle Hasankeyf, Hoş geldin Ilısu!...


Güneydoğu’da Ilısu Barajı ile birlikte Zeugma’dan sonra ikinci bir kültürel yok oluşun temelleri atıldı. Burada yapılan görkemli törende Başbakan, Ilısu Barajının GAP’a ayrı hayat vereceğini belirtti. Başbakan açılıştaki sözlerini basından öğreniyoruz;

“Artık Doğu, Güneydoğu, Doğu Karadeniz, Orta Anadolu ihmale uğramıyor, ciddi yatırımlar hayat buluyor.”

Başbakan bunun ardından, özetle barajın 80.000 kişiye aş vereceğini, burasının bir turizm bölgesi haline geleceğini, Ilısu denizi oluşacağını bunun sonucu olarak bölgenin havasının etkileneceğini, etrafın yeşilleneceğini, suda, balık ve sandal sefaları yapılacağını vurguladı.

Güneydoğu’da uğruna şehitler verdiğimiz ve halen de vermekte olduğumuz ülkemiz adına sevindirici bir olay... Bu işi yapanlara, hazırlayanlara ve temelleri atanları kutlamamalıyız.
Yalnız...

Üzerinde yeterince durulmamış küçük bir ayrıntı var.

Baraj altında kalacak Hasankeyf ve çevresindeki binlerce yılın kültürel mirası ne olacak?

Başbakan bunun da yanıtını veriyor;

“Bin yılların birikimini bugüne kadar taşıyan eserleri heba etmeyiz. Artan enerji ihtiyacı, insanlığın ortak mirası, bunları bir yerde buluşturup uzlaştırmak gerekiyor.”

Buraya kadar her şeyin güzel olduğunu düşünelim, ancak ortada pek az kişinin düşündüğü bir takım çelişkiler var; Ilısu Barajının suları altında kalacak başta Hasankeyf olmak üzere çevresindeki höyükler, tarihi yerleşimlerin geçmişi 10.000 yılı aşkın... Öte yanda Ilısu barajının ömrü ise yalnızca 60 yıl...

Bu uzlaşma nasıl olacak? Anlayabilmek çok zor... Hasankeyf ve çevresi sit alanı kapsamındadır.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 3. maddesi sit alanlarının tanımını yapmıştır:

“Sit; tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent kalıntıları, önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış özellikleri ile korunası gerekli alanlardır.”

Aynı kanunun 6. maddesinin c fıkrası, korunması gereken gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları arasında sit alanları olduğunu da vurgulamıştır.10. madde ise taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunmasının Kültür ve Turizm Bakanlığına ait olduğu vurgulanmıştır.

Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun altıncı bölümü ikramiye ve cezalara ayrılmıştır. Burada Ilısu Barajı konusunda verilecek bir ikramiye söz konusu olmadığından cezaları 65. madde belirlemiştir. Bu maddeye göre;

“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine yok olmasına veya her ne surette olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve elli bin liradan iki yüz bin liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar.”

Kanunun 66. maddesi ise konuyu biraz daha karıştırmaktadır. “Bu kanunun 16. maddesinde yer alan yasaklara aykırı olarak belge verenler, suç diğer kanunlarda daha ağır bir ceza gerektirmediği hallerde bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi beş bin liradan yüz bin liraya kadar ağır para cezası ile; bu Kanunun 7. maddesinde yer alan ilan veya tebligatı bilerek, süresinde usulüne uygun yapmayanlar ise, üç aydan bir yıla kadar hapis, beş bin liradan otuz bin liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar.”

Kuşkusuz, hükümet Kültür ve Tabiat Varlıkları Kanunu’nun bu maddelerine göre ileride çıkabilecek sorunlara önlem almış olmalıdır. Kanunun uygulamakla yükümlü olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan da bu konuda olumlu veya olumsuz bir ses çıkmamaktadır. Yasalar bir yana ortadaki asıl sorun ömrü 60 yıl ile sınırlı olan Ilısu Barajının geçmişi 10.000–12.000 yıla kadar inen tarihi bir yerleşimi kısmen de olsa ortadan kaldırmasıdır. Türkiye bu konuda yıllar öncesi Avrupa Konseyi ile UNESCO’nun kararlarına imza atmıştır.

Burada iki önemli sorun birbirleri ile karşı karşıyadır. Hasankeyf’in kültür varlıkları mı, yoksa bölgenin gereksinimi olan baraj mı daha önemlidir? Bu sorunun yanıtını verebilmek ise gerçekten çok güçtür.

Hasankeyf’in tarihi geçmişini bilen ve bilmeyenler için biraz bu tarihi yerleşim ile ilgili bazı bilgileri vermenin yerinde olacağını düşünüyorum.

Hasankeyf’in ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesinlik kazanamamakla beraber şehrin yanı sıra çevresindeki mağaralar burada tarih öncesine inen bir yerleşim olduğunu göstermektedir. Mezopotamya bölgesinin en eski yerleşim alanlarından biri olan Hasankeyf’e yekpare taş kalesinden ötürü geçmişte ”Kaya Kale” anlamında “Hısn Keyfa” ismi yakıştırılmıştır. Türk-İslam tarihi ve uygarlığı yönünden de geçmişte bölgenin önemli bir konumu vardır.

Milattan önceki dönemlerde Hasankeyf’in ne gibi tarihi gelişmelere sahne olduğu, kimlerin burada hüküm sürdüğü kaynak yetersizliğinden tam bir netlik kazanamamıştır. Bununla beraber Mezopotamya bölgesine hâkim olan kavimlerin en gözde yerleşim yerlerinden birisinin de Hasankeyf olduğunu söylemek mümkündür

Hasankeyf, Bizanslılar ile Sasaniler arasında tarih boyuncu el değiştirmiştir. IV. Yüzyılın ortalarında Hasankeyf’e sağlam bir kale yapan Bizanslılar, Müslümanların bölgeye hakim olduğu VII. Yüzyıl başlarına kadar egemenliklerini sürdürmüşlerdir. MS. IV. yüzyılın ortalarında, Diyarbakır çevresini ele geçiren Bizans İmparatoru Konstantinus, bölgeyi korumak amacıyla iki sınır kalesi inşa ettirmiştir. Bu kalelerden birisi de Hasankeyf kalesidir. Kale içerisinde bulunan mağaralar da burasının kalenin inşasından önce de yerleşim yeri olduğunu göstermektedir.

Hasankeyf MS. 639 yılında Emeviler’in egemenliğine geçmiştir. Bundan sonra; Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar yöreyi ele geçirmiş ve kendi kültürleri ile ilgili izler bırakmışlardır. Bununla beraber Hasankeyf, en parlak dönemini Artuklular zamanında yaşamıştır. Bu dönemden günümüze iyi bir konumda gelen Hasankeyf Kalesinin yanı sıra Artuklu eseri olduğu sanılan Büyük Saray, Küçük Saray, Ulu Cami, XII. Yüzyılda Artukluların yaptığı ortaçağın en görkemli taş köprüsü, kale ile köprü arasında. El-Rızk Camisi’nin kalıntıları yer almaktadır. Bezemeleri ile ünlü El-Rızk camisinin silindirik gövdeli, iki ayrı merdivenle şerefesine çıkılan minaresi üzerindeki kitabesinden Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 1409 da yapıldığı öğrenilmektedir. Bunların yanı sıra Eyyubi dönemine tarihlenen Sultan Süleyman (1407), Koç, Kızlar, Küçük Mescit, Mevlana camileri ile Prof. Dr. Oluş Arık’ın yapmış olduğu kazılarda ortaya çıkarılan iki külliye, Hz. Muhammet’in amcası Cafer-i Tayyar’ın torunlarından İmam Abdullah’ın türbe ve zaviyesi, Akkoyunlu Zeynel Bey Türbesi bulunmaktadır.

Kültür ve Turizm Bakanlığı Hasankeyf’teki bu eserlerden hangisinin sular altında kalacağı, hangisinin kurtarılacağı konusunda bilimsel bir açıklama yapmaktan kaçınmaktadır. Bu bakımdan bizler ve yöre halkı da güvenilir bir bilgiye sahip değiliz. Yalnızca basından öğrenilen ve Başbakanın söyledikleri ile yetinmek zorundayız. İnsanın aklına iki soru takılıyor; Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilileri, bunu ya biliyor da söylemiyor, ya da bilmiyorlar. İkisinden biri, başkaca seçenek de yok.

Ilısu Barajının yapımı ili ilgili temel atma töreninde Başbakan; “50 yıllık bu projeyle GAP’ın farklı bir hayat bulacağını, farklı bir zenginliğe kavuşacağını, bu projenin, bölgesel milliyetçiliğin ortadan kalkmasının ifadesi olduğunu söyledikten sonra konuşmasını sürdürmüştür:

“Artık Doğu, Güneydoğu, Doğu Karadeniz, Orta Anadolu ihmale uğramıyor, ciddi yatırımlar hayat buluyor. Artık burası bir turizm bölgesi haline gelecek. Buradan şimdi sadece Dicle nehri akarken, bundan sonra hem Dicle akacak hem de Ilısu Denizi oluşacak. Bölgenin havası da etkilenecek, daha yeşil olacak. Balık, sandal sefaları, turizmi etkiyecek.”

Bu arada barajın yapımına karşı çıkanlara yanıt vermekten de kaçınmamıştır:

“Bin yılların birikimini bugüne taşıyan eserleri heba etmeyiz. Artan enerji ihtiyacı, insanlığın ortak mirası, bunları bir yerde buluşturup uzlaştırmak gerekiyor.”

Bu durumda Ilısu Barajı’na hoş geldin demekten başka bir söz kalmıyor. Temelleri törenle atıldığından artık yapacak bir şey elden gelmez. Sanırım göstermelik olarak bazı yapıların başka yere taşınması ise kültür varlığı sorununun çözümleneceği sanılıyor. Söylenenlere göre buradaki eserler özel bir köpükle kaplanıp taşınacak ve sonra çelik halatlarla sarılacakmış. Eserler parçalara ayrılmadan taşınacak, arkeolojik park ve açık hava müzesi olarak isimlendirilen yeni yerlerine götürülecekmiş. Ancak ortada Zeugma, Allionai gibi örnekler varken, ne söylenirse söylensin bir tarihi geçmişin ortadan kalkacağı da açıktır.

Kısacası bu bir kültürel kimlik sorunudur. Eninde sonunda bu memlekette kültürün ve kültür varlığının ne olduğu, taş toprak olmadığı bir gün anlaşılacaktır.

Türkiye’de müzecilik çalışmaları bile Avrupa ülkelerinden 300 yıl sonra başlamıştır. 


erdem@kenthaber.com

Yayın Tarihi : 26 Ağustos 2006 Cumartesi 12:02:07
Güncelleme :26 Ağustos 2006 Cumartesi 12:07:41


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?