Türkiye’de öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki, peş peşe gelişen olaylara, siyasilerin bir söylediğinin bir söylediğini tutmamasına söyleyecek söz bulamıyor, şaşırıp kalıyoruz. Böyle şey olabilir mi, diyerek şaşkınlığımız daha da artıyor ancak pes demekten başka elimizden bir şey gelmiyor…
Bunun adına da ileri demokrasi diyoruz!..
Gerçeğe bakacak olursak 2013 cumhuriyetimizin en kötü yılı olarak tarihe geçmiştir. Başbakan da siyasi yaşamında belki de en güç sınavını veriyor! Kuşkusuz, önümüzdeki yıllarda bu konu çok daha objektif olarak incelenecek, karanlıkta kalan bazı sorular aydınlığa kavuşacaktır.
Askeri vesayeti ortadan kaldıracağız diyerek yola çıkıldı; belki de askerler demokrasiye inançlarından ötürü buna karşı çıkmadılar. Sonunda başlarına gelmeyen kalmadı, hem kendileri hem de aileleri perişan oldular. Siviller bir askerin nasıl yetiştiğini, nelere göğüs gerdiğini, ilkelerini, vatan sevgilerini bilemez, belki de anlayamazlar. O da başlı başına ayrı bir konu…
İktidar ile cemaatin çekişmesi bir süredir için için sürüyordu. Sonunda dershane olayı ile patlak verdi, ardından iktidar ile yargı kavgası başladı. 12 Eylül 2010’da yapılan referandum sonrasında Yüksek Yargı ile Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yeniden yapılandırıldı. Aslında referandumun amacı da yargıyı dikensiz gül bahçesine çevirmekti. Halkın büyük bir kısmı referandumun asıl amacının bu olduğundan habersiz, iktidardan memnunuz havası içerisinde sandık başına gittiler, muhalefet ise gereken uyarıları yapmaktan aciz kaldı. Bundan sonra da yargıya kritik atamalar yapıldı. Bugün anlaşılıyor ki, yargıya cemaatçiler hâkim olmuş, iktidar da bundan rahatsız...
Son günlerde gün yüzüne çıkan yolsuzluk ve rüşvet operasyonları karşısında HSYK’nın tutumu iktidarın işine gelmeyince, daha doğrusu ucu kendilerine dokununca bu kez feryada başladılar. Önlem olarak HSYK üyelerinin meclis tarafından seçilmesini istiyorlar. Bu durumda yürütme, yasama ve yargının birbirlerinin içerisine karışmış olacağını düşünemiyorlar. Yargıda önemli yerlere gelmek isteyenlerin bundan böyle siyasilerden yardım istemeleri de kaçınılmaz olacaktır.
Başbakanın danışmanı ve milletvekili Yalçın Akdoğan’ın “Milli orduya kumpas kuruldu” sözlerinin birden ortamı germesi bir yana bazı gerçekleri de dile getirdi. Ardından da iki bin kişiye fişleme yapıldı itirafı yine AKP kanadından geldi.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek beklenmedik bir çıkış yaparak “Mahkemelerin bağımsızlığı ölmüştür. Koyduğumuz kuralları önce kendimiz çiğniyoruz. Şimdi Anayasa’nın 138. Maddesi bu memlekette ölmüştür” demek zorunda kalmıştır.
O madde şöyle bir hüküm içeriyordu: “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”
138. maddenin ortadan kaldırıldığını ileri süren Cemil Çiçek bu iktidarda iki kez Adalet Bakanlığı, bir kez de Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. O zaman gereğini yerine getirmemişse, şimdi buna itiraz etmesinin nedeni nedir diye sormazlar mı?
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu askere yönelik davaların yeniden ele alınmasını ve yargılama yolunun açılmasını önerdi: “Bir af veya şartlı salıverme istemiyoruz. Tasfiye halindeki özel görevli mahkemeler kesin olarak kaldırılmalı ve verdikleri mahkûmiyet kararları bozulmalıdır. Gerekçesiz mahkûmiyet ve tutuklama kararları nedeniyle ödenen tazminatlar için kusuru bulunan hâkimlere rücu edilmeli. Adlı kolluk teşkilatı kurulmalıdır.”
Bu da gösteriyor ki, Türkiye bir kriz dönemi yaşıyor ve bu kriz kimsenin yararına olmayacaktır. Belki de herkes bir şeyler yitirecektir. Başbakan ve AKP yöneticileri devlet içerisinde paralel bir örgütlenmeden söz ediyorlar. Oysa cemaatçi yapılanmadan ilk kez söz edilmiyor ki... Bunun ilk uyarısını rahmetli Aziz Nesin daha 1993 yılında yapmıştı. Bu tür davranışı yapanların Anayasa’yı açıkça ihlal ettikleri de bir gerçektir. Ancak AKP hükümeti son yolsuzluk olayları ortaya çıkmadan önce bunun farkında değil miydi? İktidara gelişlerinin on birinci yılında mı öğrendiler?
Son olarak İstanbul’da bir savcının ortaya çıkarak içerisi para dolu ayakkabı kutularının ardından ikinci bir yolsuzluk soruşturmasını başlatmasının engellenmesi de Anayasal bir sorumluluktur. İş onunla kalmıyor Hatay’da içinde ne olduğu tam olarak anlaşılmayan TIR, savcının arama isteğini ne jandarma ne de emniyet yerine getiriyor. Vali de aranmasını istemediği bir yazıyı ilgililere ulaştırıyor. Meğer TIR’ın içindekiler devlet sırrıymış… Bir yanda yardım malzemesi denirken diğer yandan devlet sırrı… Bunda da bir gariplik yok mu?
Aslında bir gariplik olduğu apaçık ortada; yeni İçişleri Bakanının “Türkmenlere gidiyordu” sözlerini, Suriyeli Türkmenlerin yalanlaması da biraz tuhaf değil mi?
Geçtiğimiz hafta içerisinde Ulusal Televizyonda Can Ataklı ile Halil Nebiler’in “Çifte Vuruş” isimli programdaki söyleşisinde bütün bunlar dile getirilmiş ve konu engellenen ikinci yolsuzluk operasyonuna gelmişti. Kılıçdaroğlu’nun Başbakanın söylediği “Babam olsa bile gidecek, mahkemede ifade verecek” sözü hatırlatıldı, Bilal Erdoğan ifade vermeye neden gitmiyor denildi. Tam o anda Nebiler, Ataklı’ya “Çok sinirlendin dur seni sakinleştirecek bir türkü çaldırayım” demez mi!..
Hemen o anda “Çifte Vuruş”ta “ Pencere açıldı Bilal oğlan” türküsü çalmaya başladı:
Pencere açıldı Bilal Oğlan piştov patladı
Varın bakın kanlı da Bilal yine kimi hakladı
Allı yemeni Bilal Oğlan pullu yemeni
Bir bahçeden bir bahçeye salla yemeni
Ben sana varmam Bilal Oğlan ben sana varmam
Yedi yıl karşımda dursan yine sana yalvarmam
Allı yemeni Bilal Oğlan pullu yemeni
Bir bahçeden bir bahçeye salla yemeni
Bu güzel Rumeli türküsü Atatürk'ün de sevdiği türküler arasındaydı. Falih Rıfkı Atay, O'nun türkü ve şarkı söyleyişini Çankaya adlı eserinde şöyle anlatmıştır; "Mustafa Kemal yalnız Rumeli Türkülerini mat sesi ile güzel ve tatlı söylemekle kalmaz. Klasik alaturka musikisi makamlarını da bilirdi. Bilhassa Rumeli türkülerini söylerken derin ve onulmaz bir gurbet ve sıla acısı gözlerinde yaşarırdı. O vatanı unutmaz, kaybettiğimiz Rumeli ve Makedonya topraklarının kır kokularını alır gibi, su ve çıngırak seslerini duyar gibi, bakışları uzaklaşa uzaklaşa sislenir, bizim içinde olmadığımız hatıralar içine karışır giderdi.”
Ses Sanatçısı Mualla Gökçay da anılarında Atatürk'ün müzik zevkini şöyle belirtmiştir: "Ata umumiyetle Türk musikisini severdi. Ama Rumeli türkülerini her şeye tercih ederdi. Rumeli türkülerini bize bizzat kendisi meşk etmişti.”
Atatürk'ün çok sevdiği ve söylediği türküler arasında; Atabarı, Atladım bahçene girdim (Rumeli Türküsü), Alişim'in kaşları kare (Rumeli Türküsü), Ayağına giymiş sadef nalini (Rumeli Türküsü), Bülbülüm altın kafeste (Trakya türküsü ), Dağlar dağlar (Rumeli Türküsü), Yemenimin uçları (Rumeli türküsü), Gide gide yarenlerim darıldı, Köşküm var deryaya karşı (Rumeli Türküsü), Maya dağdan kalkan kazlar (Rumeli Türküsü) ve Pencere açıldı Bilal Oğlan…
Aradan yıllar geçti, anlaşılan Bilal Oğlan türküsü yine gündeme geldi ve ciddi bir televizyon programının da can noktası oldu…
Nereden nereye?..
erdemyucel2002@hotmail.com
Sayın yazar sözünü ettiğiniz Rumeli Türküsünde pencere açılıp piştov patlıyor. Günümüzde ise ayakkabı kutuları açılıyor içinden dolarlar, eurolar çıkıyor, bakan oğullarının yatak odalarında para sayma makinaları, para kasaları çıkıyor... Açıkçası piştov değil, büyük soygun ve yolsuzluklar patlıyor.
Sayın Ercan ( yorumcu) , " Delikli demir çıktı mertlik bozuldu" diye o piştova atıfta bulunan söz bu durumda artık " Karton kutu çıktı mertlik bozuldu" ya dönüştü sanırım.