24
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

Habertürk’te Mevlevilik Sohbeti!..

Tarihi konulara küçük yaşlardan itibaren merak sarmış, konuyla ilgili dergileri sürekli almış ve biriktirmiştim. Bugün kütüphanemde 1950’li yıllardan bu yana çıkan tarihi dergilerinin koleksiyonları bulunmaktadır. Aradan yıllar geçti, tarih ile iç içe olan arkeoloji eğitimi aldıktan sonra çeşitli tarih dergilerinde yazmaya başladım. Trakya Üniversitesi Tarih Bölümünde beş yıl tarih dersleri verdim. Bunları yazmamın amacı öğünmek değil, kendimi tarihçi olarak görmediğimi belirtmektir. Oysa bakıyorum tarih, filoloji, arkeoloji eğitimi almamış kişiler kendilerini tarihçi sanıp öylesine ahkâm kesiyorlar ki, şaşmamak elde değil… Tarihçi olabilmek için öncelikle doktora yapıp akademik kariyer yapmak gerekir. Ben Arapça, Osmanlıca biliyorum o kitapları karıştırıyorum demek de yeterli değildir.

Bazı televizyonları izliyorum; tarihi konuların çoğu tam olarak araştırılmadan izleyiciye sunuluyor. Tarihi konuları objektif olarak işlemek öyle kolay değildir; tarihçinin engin bilgisi, yabancı dili ve her şeyden önce kaynaklara yakın olması gerekir. Bunları yaparken de hamasetten uzaklaşmalıdır. Bazıları eline geçirdiği üç beş arşiv belgesi veya günümüzde önemini yitirmiş eski yazmalarla bu işi yürütmeye çalışıyorlar, ancak bunun da yeterli olduğunu sanmıyorum. Kısacası birkaç eski yazma ile tarihe ışık tutacağını sanmak biraz safdilliktir. Bunlar olmayınca da, kaba tabirle bir yerde lastik patlıyor!..

Benim çocukluk yıllarımda Feridun Fazıl Tülbentçi’nin tarihi konuları dile getiren radyo konuşmaları vardı. Onun konuşmalarında milliyetçi duygularla tarihi zaferlerimiz anlatılırdı. Yakın tarihlerde ise yine bazı televizyon kanallarında cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiş rahmetli Cemal Kutay’ın, Prof. İlber Ortaylı’nın ise Osmanlının belirli kesitlerini anlatımları zevkle izlenir ve bilgi dağarcığımız zenginleşirdi.

Tarihi halka indiren gerçek bir tarihçi de rahmetli Reşat Ekrem Koçu’ydu… Vefa lisesinde hocam olan Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisinde ve onun isteği doğrultusunda Tercüman’da yazmaya başlamıştım. Hocam, Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmesi sırasında oradan ayrılarak tarih öğretmenliğine ve yazarlığa başlamıştı. Kısacası tarihi halka sevdirmeye çalışan değerli ve gerçek bir tarihçiydi.

Ruhu şad olsun… Bugünkü tarihçileri görseydi ne derdi ne yapardı bilemem.

Sözü fazla uzattım ama şimdi asıl konuma döneceğim. Habertürk’ün “Tarihin Arka Odası” diye bir programı var; başlangıçta tarihe olan ilgimden ötürü izlemeye başlamıştım. Sonra sunucuların ve konukların mahalle kahvesine dönüşen sohbetleri, mail gönderenlere, izleyicilere yapılan hakaretlerden, onları aşağılamasından, adeta gölge boksu yapılmasından sıkılmış ve bundan böyle izlemekten vazgeçmiştim. Bazen de programa davet edilenlerin yazdıkları eleştirilmeye ve yazılarındaki yanlışlıkların ortaya çıkarılmaya çalışılması da garibime gitmişti. Eğer programına bir kişiyi davet etmişsen, öncelikle o kişiye saygılı olunmalı diye düşünüyorum.

Tarihçi olduğu söylenen sunucunun yanında programda sürekli olarak bir doçent ve bir de Pelin Batu var. Sunucu sürekli olarak eski yazmaları, son Osmanlı hanedanıyla bağlantılarını ortaya koyuyor, doçent ise, o ne derse onu tasdik ediyor. Batu’ya da hemen hiç konuşma hakkı verilmiyor...

Geçtiğimiz hafta konuk olarak dergâhlar ve Mevlevi kültürü üzerinde derin bilgisi olan Nezih Uzel’in konuşmacı olarak davet edildiğini öğrenince önceden almış olduğum kararımı bozarak programı izledim.

Nezih Uzel, 1960 yıllardan beri tanığım gerçek bir dosttur. O yıllarda Dünya Gazetesinin muhabiriydi. Mevlevi kültürü yönünden de engin bilgisi vardı.

İstanbul’da önemli bir Mevlevi dergâhı olan Kulekapısı Mevlevihanesi’nde kurulan (Galata Mevlevihane’si) Divan Edebiyatı Müzesinin ilk yöneticisi olduğumdan Mevlevi kültürü ile yakından ilgilenmiştim. Selman Dede (Selman Tüzün), Ahmet Bican Efendi gibi postnişinlerin yanı sıra Küdümzenbaşı Şakir Çetiner, Mevlana’nın soyundan, mahkeme kararıyla tescilli Celaleddin Çelebi'yi orada tanımış ve onlardan feyz almıştım. Mevlevihane’de Nezih Uzel ile yeniden karşılaşma olanağını da bulmuştum. O yıllarda bazıları İstanbul Festivali kapsamında Divan Edebiyatı Müzesi’nde Mevlevi ayinleri, gösteri adı altında yapılmaya başlanmıştı.

Habertürk’teki programda Nezih Uzel’in bu konudaki engin kültüründen yararlanılacağını sanmıştım. Nezih Uzel hayatta kalan Mevleviliği gerçekten bilen, ney üfleyen sayılı kişilerden biriydi. Konu Mevlevilik olunca da Uzel iyi bir konuk seçimiydi. Mevlana’dan, Mesnevi’den, Mevlevihanelerden, Mevlevihanelerin diğer dergâhlardan ayrıcalığından, mimarisinden ve kültüre katkısının anlatacağını sanmıştım. Bu arada Anadolu ve İstanbul Mevlevihanelerinin nasıl kurulup, nasıl işlevlerini sürdürdüğünü ve Osmanlının son dönemlerinde dergâhların yozlaşmasını ve hepsinden öte de son yıllarda kazanç, çıkar uğuruna gösteri adı altında ne duruma düşürüldüğünü bir kez daha onun ağzından duymak istemiştim.

Ne yazık ki,yanılmışım!...

Nezih, tam olarak konuşma olanağını bulamadı, bilgisinden tam olarak yararlanılmadı. Bilgiçlik taslayanlar sözünü kestiler ve bu arada büyük gaflar da yaptılar… Ünlü bestekâr Zekâi Dede’nin çile çekmediğini, bu yüzden Mevlevi sayılamayacağını söylediler. Bu sözler Zekâi Dede’nin torunlarını hop oturttu hop kaldırdı. Zekâi Dede’nin çile çekmiş bir dede olduğunu, çile çekmeyenin ise oğlu Mevlevi muhiplerden Ahmet Irsoy olduğunu, program sonrası torunlarından hayatta olanlar söylediler. Merak ettim; Zekâi Dede gibi ünlü bir bestekâra bu yanlış nasıl yapıldı diye…

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi ismiyle 1970’li yıllarda bir ansiklopedi yayınlanmış… Zekai Dede maddesini kimin yazdığı da belli değil, bu yanlış orada yapılmış… Bizde adettir, biri bir yanlış yapar, adı araştırmacıya çıkanlar da mal bulmuş mağribi gibi o yanlışı alır ve kullanır. Bunun pek çok örnekleri vardır.

Dönelim söz konusu “Tarihin Arka Odası” konulu programa: Konuyu birden dine, inanca kaydırdılar; Türkiye’de neden filozof yetişmediğine, Kur’an hükümlerinin tartışılamayacağına, başörtüsüne, İslamiyet’te reform olup olamayacağına taşıdılar. Bu arada Nezih’in sıkıldığı ve “benim bu programda ne işim var” diye düşündüğü açıkça yüzünden okunuyordu. Bir şeyler söylemek isterken, çok bilgili sunucu (!) önündeki dizüstü bilgisayarında izleyicilerden gelen maillere bakıyor ve bazılarına yanıt vermeye çalışıyordu. Kısacası programdan kopup gitmişti... Programa gelen binlerce mailden (!) söz ediyordu. Büyük olasılıkla da kendi tabiriyle üfürüyordu!...

Televizyon programlarını sunanlardan izleyiciler, biraz ciddiyet ister ve mahalle kahvesindeki gibi konuşmaların, birbirlerine sataşmaların ekranlarda yeri olmamalıdır. Tirajı- komik olaylar da yaşanmadı değil; bir izleyici sunucuya “sen her şeyi bilir misin ” diye sataşmış… O da mal bulmuş mağribi gibi bu sözün üzerine atılarak “evet ben bilirim” diyerek programın akışını değiştirmişti!..

Beklenilmeyen tepki Pelin Batu’dan geldi. Şimdiye kadar saksı gibi, konu mankeni gibi duruyor, konuşturulmuyorsa ne işi var orada diyenlere karşı beklenmedik çıkış gösterdi. Sunucu ile yanında onun her dediğini tamamlayan doçente yanıtı zor sorular yöneltmeye başladı. Boğaziçi Üniversitesi tarih bölümü mezunu olan Batu’nun böyle programda ne işi var diye ben de çoğu kez düşünmüştüm.

Batu, konuyu dini konulara getirdi, ardından, neden kadından semazen olmasına karşısınız, dinde devrim neden yapılmaz diye sorular yöneltmeye başladı. Bu arada da aldığı eğitimden kaynaklanarak Yunan mitolojisini ortaya attı. Hem sunucu ve hem de doçentin sözleri sanki birer cehalet örneğiydi. Mitolojiyi esatir olarak yorumladılar, dinde reform olamaz, Kuran hükümleri tartışılamaz diye kestirip attılar.

Acaba gerçek hayatta öyle mi düşünüyorlar? Yoksa Batu’nun sözlerine yanıt mı veremediler; bilinmez…

Cehalet belirmeye başlamıştı…

Engin tarih bilgisi olduğunu ve ben her şeyi bilirim diyenler dinler öncesi Yunan mitolojisinin bir bakıma o toplumlarını dini olduğunu, Roma’nın da bunu kabul ettiğini bilmekten uzak olmaları her şeyden önce de mitolojiyi küçümsemeleri çok tuhaftı. Kuşkusuz, arkeoloji bilgisi olmayanlar için doğal bir davranıştı. Osmanlı’nın çöküşünde padişahım çok yaşa geleneği içerisinde yetişen, dini hükümler tartışılamaz diyerek dinsel baskılar kuranlar imparatorluğun çöküşüne neden olmuşlardı. Bir akademisyenin felsefenin ana noktasını oluşturan neden ve niçin sorularıyla dini konuların sorgulanamayacağını söylemesi belki de eğitimimizin ayıbıydı. İnsanı düşünmeye yönelten felsefe, mantık ve sosyoloji gibi derslerin eğitimden kaldırılması, böyle insanların yetişmesine neden olduğunu da bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Bu arada doçentin, üç kuruşluk Arapçası olan profesörlerin günümüzde dini konularda ahkâm kestiklerini söylemesine şaşmamak elde değildi… Gerçekten Türkiye’de çok kolay öğretim üyeleri yetişiyordu ama yine de bir akademisyenin diğer akademisyenlere üçkuruşluk Arapçalarıyla ahkâm kesiyorlar demesi hiç de hoş değildi…

Böylece ciddiyetten uzaklaşılan, abuk sabuk sözlerle süren program sabahın erken saatlerine kadar devam etti. Bu arada da programa katılan Nezih Uzel’e hem ayıp hem de yazık oldu…


erdemyucel2002@hotmail.com

Yayın Tarihi : 2 Eylül 2010 Perşembe 11:20:37
Güncelleme :2 Eylül 2010 Perşembe 20:00:20


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
teoman törün IP: 78.175.17.xxx Tarih : 3.09.2010 16:56:46

Üzerinde akademik ve sistematik bir çalışma temeli olmayan bir konu ile meşgûliyet engellenemez; ancak buna "hobby" denir; amatörce uğraş denir. Amatörlükden yola çıkılarak o konunun "otorite"si olma iddasında bulunulamaz; bu ünvan kendi, kendine yakıştırılamaz; böylelerine çakma tarihçi denir. 


Nazmi Öner IP: 83.66.153.xxx Tarih : 4.09.2010 18:09:07

Sayın erdem
Tarihin arka odası proğramını bir kere izledim mi, tekrar izlemeye bir ay falan tahammül edemiyorum. Onun için mümkün olduğunca az izliyorum. Gerçi benim sıkıntım sunucunun tarih bilgisi de değil. Belki konu biraz dağılacak, ama ben bu proğramın başka bir yönüne değinmek istiyorum. Çünkü ben aslında sunucunun tarih alanında epeyce bilgili olduğunu da kabul ediyorum. Fakat bu bilgiyi kullanması, olaylara uygularken yaptığı kişisel yorumları, olayın geçtiği dönemin koşullarının dikkate alınmaması, insanı çileden çıkarıyor. O zaman diyorum ki, bu program gerçekten tarihin arka odasıdır. Olay arka odadan alınıp ön odada seyirciye sunuluyor. Örneğin 1920’li yılların arka odasından, 2010’ların ön odasına gelen bir olay, Osmanlı setresi ile günümüzün spor ceketi veya montunu karşılaştırmak gibi oluyor. O zaman başlıyor sunucu setre giyenlerin ilkelliğini, zevksizliğini sayıp dökmeye. Böylesi bir görüşe göre 1919’un koşullarında M. Kemal’in peşine takılmayanlar akılsız ve haindir. Çünkü bu durum şu anda 2010’ların penceresinden açıkça görülebilmektedir. Ön odada en basit insanların bile, bu kadar net ve açık olarak görebildiği bir gerçeği, arka odadakiler neden görememiş, hatta M. Kemal’in en yakınında bulunan arkadaşları bile, neden başarıdan şüpheye düşerek, milleti bir maceraya sürüklemenin sorumluluğu altında ezilmiştir.
Emin değilim ama bana göre bunlar, içinde insanın ve hiçbir demokratik değerin bulunmadığı, Laik, devletçi ve milliyetçi cunta cumhuriyetimizi, mevcut haliyle demokrasi ve insandan uzak tutabilmek için, Saltanat ve Osmanlıyı kötüleme aracı olarak kullanmak ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Cumhuriyeti savunmak için Osmanlıyı karalamak, kötülemek, övünmek gerektiğinde Osmanlı ile Avrupalılara kök söktürdüğümüz günlere dönmek ne denli akılcı, doğru ve tutarlı ise, arka odayı 2010’un koşullarında tartışmak da bu kadar doğru ve akılcıdır. Bütün ihtilaller bir süre sonra geçmişi ile barışmış bütünleşmiştir. Komünizm bile çarlıkla barışmıştır. İşin doğrusu Osmanlı ile cumhuriyet barışmakta çok geç kalmıştır. Çünkü Osmanlı ilelebet reddedilemez. O iyisiyle, kötüsüyle ve tüm hataları yanlışlarıyla birlikte bizim geçmişimizdir. Onu kötüleyerek geçmişimizden kurtulamayız. Barıştırılmayışının yegane nedeni de, cumhuriyetin 82 Anayasasının, Osmanlının 1909 anayasasının gerisinde kalması, Atatürk dönemindeki kazanımların, 1950’li yıllardan sonra geri alınmaya başlaması ve 12 Eylül 1980’de, yönetim hak ve özgürlükler açısından her alanda Osmanlının gerisine düşmüş olmasıdır. Sonuç olarak özetlemek gerekirse arka odadaki olaylara, olayın geçtiği koşullar içinde bakılmalıdır. Bu gün o olayları bu kadar çıplak bir gerçek olarak gören TC’nin okumuş aydın insanları hiçbir konuda anlaşamayıp, en basit gerçeklerde bile, o günlerin İstanbul ve Ankara taraftarlarından daha beter kemikleştiklerini görmezlikten gelemezler. Üstelik kemikleştikleri konuların vatanın kurtarılması, bağımsızlık vs. değil bir türban veya herhangi bir sorunun çözümündeki milimetrik düşünce farkları olduğu unutulmamalıdır. Ve cumhuriyete Osmanlıyı düşman göstermek için arka odadakiler ön odaya servis yapılmamalıdır. Cumhuriyet Osmanlı ile en kısa sürede ve mutlaka barışmalıdır. Çünkü son 30 yılın bu kısır fakat kemikleşmede emsalsiz sorunlarının temelinde bu zıtlaşma yatmaktadır diye düşünüyorum.
 


turgay atılgan IP: 78.185.135.xxx Tarih : 3.09.2010 22:57:40

hocam aslında olayı bilip bilmediklerinden degil patronları nasıl iktidar fırcası yediyse bunlarda programlarını yagdanlık gibi iktidar çizgisinde tutuyorlar fatih altayl yı bilmiyormuzki nasıl yanar döner oldugunu  adam bukelamun gibi