24
Mayıs
2024
Cuma
ANASAYFA

İstanbul’da İstanbullu Gibi Yaşamak...


İstanbul, II.Dünya savaşından sonra her geçen gün biraz daha yozlaştı. İstanbul’un taşı toprağı altındır sözü üzerine Anadolu’nun her yanında buraya akın başladı. Sırtına vurduğu yatağı yorganı, tahta bavulu ile gelenler filmlere, romanlara, öykülere konu oldular.

Anıtları, doğal güzellikleri ve zengin tarihi ile dünyanın sayılı şehirlerinden biri olan İstanbul çarpık yerleşim, gecekondulaşma sonucu kendine özgün görünümünü büyük ölçüde yitirdi. Kuşkusuz, günümüzün sosyo-ekonomik koşulları, Anadolu göçü burada yaşayanların alışkanlıklarını, zevklerini, görgülerini bir anda silip süpürdü. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak eski İstanbullular kendileri için yabancı kültür ile tanıştılar. Lahmacun, çiğ köfte, karalahana, acılı ezme kültürü bir anda İstanbul’a egemen oldu. Karafakilerin, rakı sürahilerinin yerlerini limonata bardakları aldı, balık bıçakları en lüks lokantalarda bile yok oldu.

Birkaç yıl öncesi merak etmişler ve acaba İstanbul’da kaç gerçek İstanbullunun kaldığını araştırmışlar ve sonuçta 300-400.000 kişiden fazlasını bulamamışlar .Oysa bugün, en iyimser tahminlerle bu sayı yüz binlere inmiştir. Kısacası gerçek İstanbullu, yeni İstanbul kültürü! ile bağdaşamadığından yavaş yavaş bu şehri terk ederek kendilerine yeni yerler aradılar ve oralara yerleştiler.

Bu zorunlu göçün gerçek nedeninin ne olduğunu hiç kimse araştırmıyor. Üzerine düşülmüş olsa ortaya sosyoloji ve şehircilik yönünden kim bilir ne araştırmalar ve ne doktora tezleri çıkar. Bu arada, köken olarak gerçek İstanbullu olmayan siyasiler, zaman zaman ortaya çıkıp acaba vize mi uygulasak diye kendilerince çözüm ürütmeye çalışıyorlar. Sonuçta sıfıra sıfır elde var sıfır...

Bu çarpıklık, bu düzen bozukluğu, nasıl düzeltilir ?

XVI.yüzyılda Osmanlı bunun çözümü bulmuş; Anadolu’dan gelen kervanları bugünkü Bostancı Köprüsü’nün bulunduğu yerdeki Bostancıbaşı Kulluğunda, Rumeli’den gelenler de Büyükçekmece’de durdurarak işsiz güçsüz takımın şehre girmesini önlenmiş ve geriye göndermişti. Böylece İmparatorluğun baş şehrinin düzeni, emniyeti, ekonomisi korunmuştu.
Bugün böyle bir şey olur mu? Atı alan Üsküdar’ı geçti diye bir söz vardır ;ipin ucu kaçmış bir kere...

Öncelikle İstanbul’un o eski insanları günümüzde, artık yok denilecek kadar azaldı. Kalanlar da birkaç yıl sonra bu çarkın içerisinde yok olup gideceklerdir. Bir zamanla İstanbul’un en nadide semtlerinden bir sayılan Beyoğlu’nda şık giyimli hanımefendilerin, beyefendilerin yerini bakımsız kılık kıyafette insanlar aldı. Onların yanı sıra türbanlılar, göbekleri açık kızlar, karmaşık düzenin temsilcileri olarak kol gezmeye başladılar. Bu arada şortlu erkekler, cüppeli, takkeliler de onları tamamladı.

Bu karmaşa sonunda Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da sözcüğün tam anlamıyla çıldırttı..
İstanbul’un deniz kıyılarında iç çamaşırları ile denize girenleri gören Başkan, “denize girmenin de bir adabı vardır” demekten kendini alamadı. Ardından Belediye görevlileri tanesi 150-200 YTL arasında erkek mayoları satmaya başladı. Satıcılar bu yeni İstanbulluların! mayo almadığını görünce, bu kez bedava vermeye kalktılar. Ne var ki, yine de mayoları alan olmadı. Maganda denilen tipler beyaz donları ile denize girmeye devam ettiler. Televizyon muhabirlerinden birisi neden mayo ile değil de donla denize girdiklerini sorduğunda bıyıklı bir magandanın cevabı, İstanbul’un yeni kültürü! yönünden oldukça ilginçti; “ağabey kontrol kalemi! görülmesin de nasıl girersek girelim...”

İstanbul’un yeni halkının bir özelliği de üstünde başında olmasa da mutlak arka ceplerinde bir telefonu olacaktır. Biraz parası olanların da boyunlarında, bileklerinde altın zincir gibi aksesuarlar giyim kuşamlarını tamamlayacaktır. Az kaldı unutuyordum; bu yeni tipler mutlak bıyıklıdır. Erkekliği vücut kıllarını göstermekte sanan bu görgüsüz kesim, birbirleri ile kavga eden veya cilveleşen hayvanların tüylerini kabarttığını her halde biliyorlardır. Belki onlardan esinleniyorlardır...

Bekir Coşkun bıyık konusunda ilginç bir yaklaşımını geçtiğimiz günlerde sütununda dile getirdi ve ben de canı gönülden Ona katıyorum; “Bıyık, erkeklerin daha güçlü gözükme dürtüsünün kıllara yansımasıdır. Bu doğada vardır, güçlü gözükmek isteyen hayvanlar, düşmanları karışırında tüylerini kabartırlar.”

Günümüz İstanbul’unun bir zamanlar çok sık sözü edilen bir İstanbul Beyefendi tipi, İstanbul nezaketi vardı. Şimdi ondan geriye ne kaldı? Acaba doğası, tarihi ve anıtları ile ünlü bu şehrimizde yaşayanların birbirlerine hiç saygısı kaldı mı?

Bugün çizgili geçitlerde yayalara yol veren çok ender sürücülere rastlarsak “bu iş nasıl oldu” dercesine dönüp bakmıyor muyuz? Araçlara yeşil ışık yanarken onların arasından canını hiçe sayarcasına hoplaya zıplaya geçen ve bunu da erkeklik sanan magandalara ne demeli...Dikkat ediyorum, kentleşme bilinci yerleşmiş olanların bu erkeklere! müstehzi bakmalarından, ne demek istediklerini anlayacak bilinçte bile değiller...Zavallılar...Bazıları da yolları birbirinden ayıran korkulukların üzerinden atlamayı erkeklik veya marifet sayıyorlar...O da apayrı, garip bir davranış...

Yazık gerçekten çok yazık...

Özel olsun ticari olsun her aracın sürücüsü sanki patlamaya hazır birer barut fıçısı... Hepsinin koltuklarının altında özel hazırlanmış, fırınlanmış sopaları var. En ufak harekette bu sopaya yapışıp saldırıya geçiyorlar. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’un sözüm ona yozlaşmamış semtlerinden birisinde bir sürücü yanındaki eşi ve küçük çocuğu olmasına, kendisi hatalı olmasına karşılık sopası ile diğer araç sahibine saldırmıştı.

Günümüzde, otobüs ve metroda artık yaşlılara, çocuklu hanımlara yer verenler bile kalmadı. Elektrikli tramvaylarda, metroda sürekli anons ediliyor, en basitinden bu görgü kuralı hatırlatılıyor, ama kimsenin tındığı yok... İşin daha acısı parmak kadar çocuğunu yanına oturtup yaşlılara yer vermeyen kadınlar ikaz edildiklerinde en galiz küfürlerle saldırıya bile geçiyorlar.

Yazık,gerçekten çok yazık...

Belediye otobüslerinde sürekli ikaz edilmesine rağmen yine de görgüsüz kesim, cep telefonları ile konuşuyor... Okul çıkışı bazı gençler ise yaşlılara ve hanımlara yer vermemek için uyuma numarasına yatıyorlar

Eski İstanbul’a kişilik kazandıran yalıların, köşklerin, konakların ortadan kalktığı yıllar yılı çok söylendi, yazıldı, çizildi. İnsanlar köyden şehre göç etti, ahşap evlerde yaşayanlar kutu gibi dairelere sıkışıp kaldı. Bahçe kültürü de bu arada yok olup gitti. Başka bir deyişle, farklı kesim insanları birbirleri ile iç içe ortak yaşamak zorunda kaldılar. Bu arada, komşuluk ilişleri de unutulup gitti. Çıkarcı müteahhitlerin yaptığı veya yapmakta olduğu incecik duvarların, döşemelerin her türlü sesi, gürültüyü geçirmesi bir yana, en gizli, en mahrem konuşmalar diğer taraftan duyulmaya başlandı. Hastası veya uykuda bebeği olanın altında veya üstünde yaşayanlar radyolarını, televizyonlarını sonuna kadar açarak İstanbullu olduklarını kanıtlıyorlar! Böylece sözcüğün tam anlamıyla bir yanda pop müziği, bir yanda arabesk, diğer yanda da imparator! şarkıları ile bir İstanbul curcunası oluşup gidiyor. Acaba bir zamanlar etrafı rahatsız etmemek için çekine çekine, yavaş yavaş konuşan o eski İstanbullular nerede ?

İstanbul’un derdi çok,dermanı yok; en iyisi yazımı İstanbul nezaketi ile ilgili tarihi bir fıkra ile noktalayayım:

Sultan İkinci Mahmut devrinin önemli devlet adamlarından birisi de Halet Efendi idi. O devirde Halet Efendi’nin, padişaha yakınlığı, mağrurluğu, kendini beğenmişliği çevresindekileri rahatsız ediyormuş. Ne tuhaf ki, böylesine azametli ve kibirli bir adam olan Halet Efendi bir kişiye karşı tamamen değişiyor, bambaşka bir adam oluyormuş. Bu adam da o devirde unvanı, rütbesi olmayan Moralı Osman Efendi imiş...
Osman Efendi resmi günlerde, bayramlarda, mutlak Halet Efendi’yi ziyarete gelirmiş. Kimseyi karşılamaya tenezzül etmeyen Halet Efendi Onun geldiğini görünce yerinden kalkar, kapıda karşılar ve hürmetle yanına oturturmuş. Bu durum herkeste merak uyandırırmış. Nihayet bir gün merak edip bu davranışının nedenini Halet Efendi’den sormuşlar:

“Devletlu, bu fakir adama karşı bu kadar hürmet etmenizin herhalde bir sebebi vardır.Biz düşündük taşındık bir türlü nedenini bulamadık”

Halet Efendi’nin yanıtı ise bugün bile geçerlidir:

“Sebebi aslında çok basittir. Ben bu adamı hiç sevmem. Eskiden yüksek bir memuriyeti, serveti vardı. Ben bunları yavaş yavaş onun elinden aldım. Ama o hiç sesini çıkamadı. En sonunda haksız olarak azlettim. Beni şikayet bile etmedi. İstesem canını bile alırım. Fakat, üzerinde öyle bir Osmanlı Efendiliği var ki, onu almam mümkün değil...”



erdemyucel2002@hotmail.com


Yayın Tarihi : 6 Ağustos 2005 Cumartesi 17:34:18
Güncelleme :6 Ağustos 2005 Cumartesi 17:40:59


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?