İstanbul’u terk ederek Akdeniz ile Ege’nin birleştiği küçük bir kıyı kasabasına yerleşmeye karar verdiğimi açıklamam üzerine yakın dostlarımdan ve okuyucularımdan beklentimin çok üzerinde mail ve telefon aldım. Bu arada bazıları da uzun yıllarımı verdiğim yazı hayatımı da noktalamamın haksızlık olacağını belirttiler. Hepsine kucak dolusu teşekkür ederim, yazılarımdan ötürü böylesine tutulacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Gazeteciliğe ve yazarlığa başlamam neredeyse yarım yüzyılı aşmış, zaman nasıl geçiyor, bunu düşününce gerçekten insan hayret ediyor.
Maymun Gözünü Açtı başlıklı yazımda bin bir emekle ortaya konulan yazıların maddi yönden bazı yayıncılar tarafından sömürülmesine karşı olduğumu, bundan böyle kendimi çıkarcı yayıncılar tarafından sömürtmeyeceğimi belirtmek istemiştim. Bizim basına girdiğimiz yıllarda ustalarımız, “üzerine mürekkep sıçramaya görsün bir daha kalemi bırakamazsın” derlerdi. Son derece yerinde bir söz…
İstanbul dışında da olsam, elden geldiğince yazmaya devam edeceğim; belki aynı sütunda belki de başka yerlerde... Çoğu okuyucumun bildiği gibi Kenthaber dışında, Hport.com tr, Sultanahmet News, Aurilus ve Yapı Dergisinde yazılarımı yıllardır sürdürüyorum. Bu arada değerli dostum Ercüment Çalışlar da yayıncıların sponsor bulmaktaki zorluklarından haklı olarak yakınıyor. Oysa ben sponsorluğu ortaya atarak yazarı sömürenlerden söz etmek istemiştim.
Aynı sayfayı paylaştığım değerli dostlarım Teoman Törün ile Yılmaz Ergüvenç ise İstanbul’u terk etme kararımı verirken çok iyi düşünmemi öneriyorlar. Yerden göğe kadar haklılar… Bu kararı uzun yıllar öncesi vermiştim. Gerçek bir İstanbullu olarak bu şehrin bana yabancılaştığını, eski İstanbul kültürünün yok olmaya başladığını gördükten sonra, güney kıyılarına yerleşen pek çok dostum gibi ben de bu kararı almıştım. Günümüz İstanbul’u artık bizim kuşağın yetiştiği, kişiliğini bulduğu bir şehir olmaktan artık çok uzaklaştı. Eskiden kaba bir davranışta bulunanlara “Başka İstanbul yok adam ol” derlerdi. Sorarım sizlere eski İstanbul’un en büyük özelliği olan eski İstanbul nezaketinden eser kaldı mı?
Nüfusu yirmi milyonu aşan şehirde acaba kaç tane eski İstanbullu kaldı? Kendimi, Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” romanındaki gibi hissetmeye başladım. Doğup büyüdüğüm, kişiliğimi bulduğum bu şehri artık terk etmek istiyorum. Bu yönde haklı veya haksız olabilirim. Belki de İstanbul dışında hayalimde eski günleri yaşatacağım. Çiçek Pasajı’nın eski havasını, oradaki güngörmüş kişilerin sohbetlerini, Madam Anita’nın akordeonunu hayal edeceğim. İstanbul’u İstanbul yapan gayrimüslimleri, eğlence yerlerinde Gaskonyalı Toma’yı, Ancelo’yu, Kulüp 24’de Ayferi’nin, Çatı’da İlham Gencer’in müziğini, Ayten Alpman’ın şarkılarını anımsayacağım. İstiklal Caddesi’nde Arjantin’de votkalı birayı bir daha o tadı bulamadığım sosisli sandviçleri ve sosyetenin buluştuğu Yeni Melek Sinemasının suarelerini… Dönemin modasını yansıtan insanların kaynaştığı İstiklal Caddesini, üçgen maden kaşıkla su muhallebilerinin yenildiği muhallebicileri…
Şimdi onların yerini arabesk ve lahmacun kültürü aldı!..
Sinemadan söz ederken eski sinemalardan geride ne kaldı ki? Sinema kültürümüz de yok olup gitti. Adı cep sinemasına çıkartılan küçük salonlarda yüksek volümlü, baş ağrıtan ses kirliği içerisinde filmi doğru dürüst seyrettiğimizi söyleyebilir miyiz?
Operası, balesi, devlet tiyatrosu olmayan bir kültür şehri olabilir mi? Yeni yönetim değişikliğinden sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarının repertuarına acaba neler girecek?
Gerçek İstanbullu olmayan İstanbul milletvekilleri ve belediye başkanları bunları anlayabilirler mi?
Eski İstanbul kültürünün üzerine bizlere yabancı bir kültür gelip oturdu. Eski İstanbul düğünleri de başka bir nezahet örneğiydi. Şimdilerde Pazar sabahları davul zurna gürültüsü ile yatağınızdan fırlıyor veya yazı masanızdan kalkıyorsunuz. Orada yaşayanların hastası, çocuğu var mı diye düşünmeyen davulcular-zurnacılar sabahtan akşama kadar bir evin önünde çalıp duruyor. Meğer evden gelin çıkacakmış. Yanılıp birkaç kez böylesine davullu zurnalı düğüne gittim. Eskiden gelin ve damat komparsita eşliğinde düğünü açar, slovlar, valsler onun izlerdi… Şimdi gelin ile damat salona gelince etraftan “haydi kasap havası” sözleri yükseliyor. Kadınlı erkekli bir grup insan pistte hopluyor zıplıyor. Ne kadar da hoplamaya zıplamaya meraklı bir toplumuz. Acaba yabancı ülkelerde bizim bir benzerimiz daha var mı? Ardından takı faslı geliyor, bazen biri mikrofonu eline alıp kimin ne verdiğini ilan ediyor! Toplanan altınların geline ait olduğu sakın aklınıza gelmesin!.. Toplananların hepsi salon kirasına, düğün masraflarına gidiyor. Sonra da düğün yaptık deniliyor. Bir başka yazımda eski İstanbul düğünlerini anlatacağım. Onlar başlı başına bir kültür olayıydı…
Yeri gelmişken; bilmedikleri, anlamak istemedikleri Cumhuriyete tepki olarak sokaklarda görülen erkekli kadınlı çağ dışı giysiler içerisindeki insanları da görmek istemiyorum. Trafik ve insanların birbirlerine saygısızlığı ise işin cabası…
Yılmaz Ergüvenç’in dediği gibi belki pişman olacağım ama beni ötekileştiren bu ortam içerisinde gürültü ve görüntü kirliliği içerisinde son günlerimi geçirmek istemiyorum…
erdemyucel2002@hotmail.com
Erdem hocam, eski İstanbul'u yaşayan biri olarak negüzel dile getirmişsiniz.
Çiçek pasajını, güngörmüş kişilerin sohbetini, madam Anita'nın akordionunu, İstanbul'u, İstanbul yapan gayrimüslümleri, Arjantin'de votkalı birayı, Beyoğlu sinemalarını, üçgen madeni kaşıklı su muhalebesini.
Malesef haklısın hocam, gençliğinde Moda'da, Florya'da kızlı erkekli akadaş gurubu olarak denize girememiş, votkalı Arjantin içememiş, Gaskonyalı Toma'yı, Anncelo'yu, kulüp 24'dü, çatıyı, Yeni Melek suarelerini görmemiş ( YANİ GEÇLİKLERİNİ YAŞAYAMAMIŞ) VEKİLLER VE BELEDİYE BAŞKANLARI TARAFINDAN YÖNETİLEN İSTANBUL.
Güzel Anadolumuzun birbaşka köşesinde bu kültürü yaşayıp, İstanbul'u bir İstanbul'ludan daha iyi benimsemiş İstanbul sevdalıları tabiki hariç hepsine saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Altmışlı yıllarda taşı, toprağı altın diye İstanbul'a hucum eden, yapsatçılar, belediye meclisini dolduran nalbur, duvarcı, sıvacı, ve siyasete bulaşmış kurnazlar.
Geniş bahçe içersinde ahşap Osmanlı evlerini yıkarak, mimari endişeden uzak beton yığınlarına çevirerek, teraslarında tavuk, koyun, inek beslemeye başladılar.
İstanbul'un tarihinden, kültürel değerlerinden bihaber olan bu çekirge sürüsünü ben kıskanıyorum....
Bahsi geçen çekirge sürüleri, muhteremler ve necip beyfendiler, İstanbul'u talan ederek , buldukları para ile türediler aynı kültürü devam ettiren cemaatlerini ve aşiretlerini genişleterek, kendileri hayata başladıkları köylerine, kasabalarına döndüklerinde çocukluklarında oynadıkları mahalle, çeşme, cami, bakkal, incir ağacı hepsi yerliyerinde değişmemiş.
İşte bu çekirge sürülerini bunun için kıskanıyorum.
Necip vekillerim, Necip belediye başkanlarım, Necip il ve belediye meclis üyelerim, neden benim değerlerimi yerlebir ettiniz ve israrla devam ediyorsunuz.......
Hocam yaramı deştin, bana da Datça'da bir kulübe ........
Elbette irade ve nihaî karar senin; ve gerçekten de çağımızda artık Dünyanın hiç bir yeri birbirinden uzak kalmadı. Nerede olursa olsun birbirimize bir "tık" mesfedeyiz. Yaş ne kadar ileri de olsa Datça gibi (bir defa 1969'da biir kez ziyaret ettiğim) bir cennet köşesini ve benim yazlığım ARTUR'un kardeşi AKTUR'u görecek kadar da güç hissediyorum. Mütekabilen (ayrıca senin konferans gezileri meyanında da) sizin gene bizim Edremit Körfezi mıntıkasına gelmenizi hasretle bekliyoruz. Geçen sefer ciddî bir hastalık tesbit edildiği ve operasyona hazırlandığım için ağzımın tadı yoktu. Artık inşaallah daha keyifli bir birlikdelik yaşarız. Senin gibi dinamik bir adam her İstanbulu da boşlayacak değildir. Sıkça bir araya geliriz. Hport'u izlemeye çalışıyorum. Şimdi takibi benim için daha kolaylaştı. Bana verdiğin "Sultanahmet News" dergilerinden de mütenaim oluyorum. Değerli eşinle birlikde açtığın yeni ufukda size kucak dolusu şans, başarı ve mutluluklar diliyoruz.
Evet sevgili ERDEM BEY siz olmadan istanbul hiç çekilmez, hele komşum olmadan buraları, hem de Kenthaber hiç çekilmez olacak. Ama İstanbul'u tarif et deseler; derdim ki, arkadaş şöyle derin bir nefes çek ve gözlerini kapa, derin derin. Şimdi nefesini ver gözünü aç... Ne oldu cüzdanın mı gitti?
İşte İSTANBUL bu....
SEVGİYLE VE YAZILARINIZI BEKLİYEREK YAŞAYACAĞIZ.
Sayın Erdem Yücel; Yaşıtınız veya buna yakın bir kişi olarak ben de, İstanbul'un bizim çocukluğumuz ve de gençliğimizdeki tadını almış olarak, ne yazık ki, sizinle aynı düşüncedeyim ! Lâkin, bugünlerde ve bu günlerden sonra da, Anadolumuzun hangi köşesine gidecek olsakta, İstanbul'dan farklı bir beldeyi, kendi mutluluğumuz yönünden acaba bulabilecek miyiz ? ! Bu günler için şansızlığımız şudur ki, hangi köşeye gitsek de, aynı durumlar ile karşılaşmak olacağımızdır ! Hiçbir zaman yitirmediğim umudu - gene - tekrarlıyorum; "Birgün, yeniden İstanbul'da buluşacağız !"