19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Mevlevi Kültürü ve Semâ

Büyük Türk düşünürü Mevlânâ Celâleddin (Rûmi)’nin felsefi görüşü, Avrupa hümanizmine örnek olmuş, insanın Allah’ın bir parçası olduğu düşüncesini Mesnevisinde açıkca belirtmiştir. Bu arada, insan denilen varlığı da yüceltmiştir. Türk hümanizminin öncüsü olan Mevlânâ, İslam tasavvuf anlayışını benimsemiş, yaşama, insana sonsuz bir hoşgörü ile bakmış, olumlu düşünceye, iyiliğe ve hayra yönelmiştir. İlahi aşkın potasında pişen, insanı insan olduğu için sevmiş, mutlak varlığın olgunluğunu “insan-i kâmil”de bulmuş, şiirlerinde, öğütlerinde hep bunu dile getirmiştir. Şiiri, musikiyi, Semâ’ı ilahi aşkın bir sonucu olarak tüm içtenliğiyle nitelemiştir. İnsanın hür doğuşuna inanarak kölelilik, cariyelik gibi kavramları hiç bir zaman kabul etmemiştir. Yaşamı boyunca Allah aşkıyla yanmış, bununla ilgili eserler vermiş, olgun insanlar yetiştirmiş ve Hak’ka yürümüştür. “Aşk geldi, damarlarımın ve derimin içinde kan gibi oldu, beni benden boşalttı, vücudumun her cüzünü dost kapladı, benden sana kalan bir addır, ötesi hep odur” diyerek yaşam felsefesini özetlemiştir. Mevlânâ’nın en büyük özelliği ise bağnazlığa, istismara, din bezirganlığına karşı oluşudur.

XIII. yüzyıl Anadolu’su siyasi ve dini koşulları göz önüne alındığında, Mevlânâ’nın söylediği şu sözlerin aydınlığın, cesaretin ve gerçek bir din anlayışının örneği olduğu açıkca görülmektedir.

Gel, gene gel, gene gel
Kim olursan ol, gel
Kâfir ol, Mecusi ol, Putperest ol
İstersen yüz kere tövbe bozmuş bir suçlu...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil
Olduğun gibi gel, ama gel.

Mesnevi’sinde gazellerinde, rubailerinde dile getirdiği ana tema, körü körüne inanmak yerine düşünmeye yönelmenin doğruluğunu savunduğu açıkca görülmektedir. Bağnazlığın ağırlık kazandığı, yaşadığı çağda insanı sevip saymış ve olumlu düşüncenin sonucu olarak söyledikleri, Selçuklu sultanlarını, devlet adamlarını etkilemiş ve ona karşı derin bir saygı uyandırmıştır. Öğrencilerine ve topluma verdiği derslerinde, nasihatlarında dini korkunun yerine güzel, sevimli, iç açıcı, düşündürücü kıssadan hisseli örnekler ortaya koyarak onları aydınlatmaya çalışmıştır. Olgun bir erkeğin tek eş seçmesini, kendi kazançları ile geçinmelerini, iyilikten, doğruluktan, güzellikten ayrılmamalarını çevresinden sürekli istemiştir. Mevlânâ, Müslüman olmayanların da sevgi ve saygısını kazanmış bir alimdir. Ünlü Fransız âlimi Ethe “Şarkın en büyük panteisti”, J. Scherr ise “yeryüzünde Rûmi’den daha sevimli bir mutasavvuf asla zuhur etmemiştir” demiştir. Gothe’de, Onun en büyük mistik şair olduğunu belirtmiştir. Onların yanı sıra Graham, E. H. Whinfield, Palmer, Sir James Redhouse, Prof. A. J. Arberry gibi hümanist görüşleri savunan araştırmacılar da Mevlânâ’ya gönül bağlamışlardır.

Anadolu’nun hümanist görüşünü ilk ortaya koyan ve başlatanlar Mevlânâ ile Yunus Emre’dir. İnsanı kutsal sayan, Allah’ın bir parçası olduğunu savunan Mevlânâ’nın aydın görüşü mevlevi kültürünün ileri bir düzeye çıkmasının en büyük nedenidir. Bunun sonucu olarak da mevleviler uğraştıkları, güzel sanatların da katkısıyla aydın birer insan tipini oluşturmuşlardır. Kendi dünyalarında içtenliği ön plana çıkaran, insanları seven, affedici özellikleri olan insanların bu olgunluğa erişebilmeleri için bazı çilelerden geçmeleri de zorunluydu. Mevlânâ’nın felsefi görüşünün ışığı altında mevlevihaneler, kısa sürede çağının aydın eğitim kurumlarına dönüşmüştür. Tarihi belge ve kaynaklardan Osmanlılarda mevlevilerin siyasi ve kültürel yönden büyük payı olduğu açıkça görülmektedir. Bir çok musiki üstatlarının yanı sıra edebiyatta da Şeyh Galip, Eflâki, Divâne Mehmet Çelebi, Yusuf Sine-çâk, Hüdâyi, Şahidi, Vahdeti, Hüseyin, Fahrettin Dede mevlevihanelerde yetişmişleridir. Ayrıca Mehmet bin Hüseyin’ül Mevlevi, Konyalı Yusuf, Bursalı Fahri, Süleyman Nahit Efendi, Neyzen Emin Etem, Necmeddin Okkay gibi sanatçıların hepsi bu kültür yuvasından yetişmişleridir.

Mevlevi Kültüründe Semâ

Mevlevilikte Tanrıya yaklaşmanın ve coşkunun belirtisi olan semâ, Mevlânâ’dan kaynaklanan ilhamla törenin, tarihin, inancın ve kültürünün bir bölümünü oluşturur. Arapça’da sema işitmek anlamına gelen bir sözcüktür. Semâ’da tasavvufi inançta insan kendisinden geçerek musikinin de etkisiyle devrana başlar. İnsan vücudunun kendi çevresinde dönerken adım adım raksa yönelmesi de semânın başlangıcı olmuştur.
Celâleddin Çelebi, Semâ’ya bilimsel yönden farklı bir bakış getirmiştir:

“Sema’yı ilmi yönden tetkik ettiğimizde bugünkü ilmin, var olmanın temel şartının dönmek olduğunu katiyetle tesbit ettiğini görüyoruz. Dönmeyen hiçbir şey, hiçbir varlık yoktur ve varlıklar arasındaki müşterek benzerlik, her birinin bünyesini teşkil eden, atomlardaki elektron, proton ve nötronların dönmesidir.
Müşterek olan bu benzerlikler dolayısıyla, her şeyin döndüğü gibi insanda bünyesini teşkil eden atomlarda mevcut dönmelerle, vücudundaki kanın dönmesiyle, topraktan gelip toprağa dönmesiyle, dünyayla dönmesiyle yaşamını devam ettirir. Ancak bütün bu dönmeler, tabii ve şuursuz dönmelerdir. Halbuki insanı öbür varlıklardan farklı ve üstün kılan akıl vardır. İşte, dönen semazen varlıkların müşterek benzerliğine, hareketine, Sema’sıyla aklı da iştirak ettirir. Ancak bu katış zannedilenin hilafına, birlikte göreceğimiz gibi cezbe de tamamen kendisinden geçmek için değildir. Bu katılışla, kainatta canlı cansız diye adlandırdığımız her şey ile beraber, en ufak hücreyle, gökteki yıldızlarla, yüca yaratanın varlığına, büyüklüğüne, azametine, muhteşem bir nizam ve ritm içinde, hep birlikte dönerek şahadet etmekte, aşağıdaki ayetleri, teyit edercesine “Yu sebbihu ilahi, ma fil semavati ve ma filerd..(Göklerde ne varsa Allah’ı zikreder)”

İnsanın miracını, manevi yolculuğunu dile getiren Semâ’da amaç, kul’un hakikata yönelip, aşkla yücelmesi, benliğinden uzaklaşarak, kâmil olarak yeniden Allah’ın kulluğuna dönmesidir.Mevleviliğin ilk yıllarında Semâ’ya başlamak için belirli bir zaman belirlenmemişti. Mevlana Celaleddin Rumi ve diğer Mevlevi büyükleri sohbet sırasında birden coşarak Semâ’ya başladıklarını kaynaklardan öğreniyoruz. Mevleviler arasındaki yaygın bir inanışa göre Hz. Muhammed, miraçtan sonra Hz. Ebubekir’e Allah’ın kendisinden razı olduğunu tebhir etmiş ve onun da razı olup olmadığını sormuştur. Bu soru üzerine Hz. Ebubekir, şevke gelerek eliyle yakasını tutmuş, “Ben razıyım, ben razıyım” diyerek üç kez kendi ekseninde dönmüştür. Bu rivayetin Semâ’nın başlangıcı olduğunu kabul edenler olmuştur.

Mevlevi kaynakları, Semâ’nın belirli bir düzene Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled tarafından sokulduğunu, Pir Adil Çelebi’ninde Mevleviliğin inceliklerini, özelliklerini, âdâb ve erkânını tespit ettiğini belirtir. Böylece değişmeyen hareketlerle, mistik bir ortam içerisinde sema musiki ile bütünleşerek yüzyıllar boyunca sürüp gitmiştir. Ne var ki, günümüzde Şeb-i Arus törenlerinde yapılan semanın yozlaştırılarak turistik bir gösteriye dönüştürülmesine ve bundan maddi çıkar sağlanmasına da üzülmemek elden gelmiyor.

Felsefi bir anlamı olan Semâ, beş bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Aşk-ı temsil eden Hz. Muhammed’in methiyesi, “Natı Şerifle” başlar. Başta yaradan olmak üzere bütün peygamberler methedilir. İkinci bölümde bu methiyeyi bir ney taksimi izler. Böylece her şeye can veren nefesi, Nafha’yı ilahi temsil edilmek istenir. Sultan Veled devri denilen üçüncü bölümde semâzenler birbirlerine selam vererek peşrevle dairevi yürüyüşlerini üç kez tekrarlarlar. Böylece şekillerin, bedenlerin gizlendiği can’ın can’a selamı dile getirilmek istenir. Dördüncü bölümde sema ayini başlar ve her selam boyunca semazen kollarını göğsünde çapraz bağlayarak görünüşüyle bireyi temsil eder. Aynı zamanda bu duruş Allah’ın birliğine şahadet etmek anlamını taşımaktadır. Semâ’da selamlarında çok büyük önemi vardır.

Birinci selâm, insanın bilgiyle hakikate doğarak Allah’ını ve kendi kulluğunu anlamasıdır.

İkinci selâm, insanın yaratılışındaki büyüklüğünü anlayarak, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında duyduğu hayranlıktır.

Üçüncü selâm, insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesi ve aklın aşka kurban oluşudur. Sözcüğün tam anlamıyla teslimiyeti ifade eder. Aynı zamanda, Allah’a kavuşmadır. Sevgilinin yok oluşu veya birlik olarak da düşünülür. İslam tasavvuf anlayışında “Fenafillah” olarak isimlendirilir. En yüksek mertebenin kulluk oluşu, Hz. Muhammed de aynı şekilde düşünülür. Onun izindeki Müslümanlar Onun Miraca varıp dünyadaki vazifesine, kulluğuna döndüyse, sema edenlerde “Fetafillah’a” ulaşınca kulluklarına dönerler.

Dördüncü selam, semazenin manevi yolculuğunu tamamlayıp kaderine razı olarak, yaratılıştaki vazifesine, kulluğuna dönüşü üzerine kurulmuştur.

Mevlevihanelerde semanın yapılacağı gün, öğle üzeri meydana dede şeyhin odasına girerek baş keser (Mevlevi selamı) ve semanın yapılması için izin isterdi. Şeyh Efendi’de “eyvallah” diyerek bu izni verince Meydana Dede, semahanede şeyhin oturacağı postu sırtına alır ve derviş hücrelerini dolaşarak semanın yapılacağını onlara duyururdu. Ardından ezan okunur, şeyhin postu mihrabın önüne serilir, dervişler abdest aldıktan sonra üzerlerine geniş eteklikli tennureleri başlarında dede tüyü rengindeki sikkeleri ile semahanede toplanırlardı. Şeyh Efendi’de sırtında derviş hırkası, başında yeşil destarle sikkesi ile elleri çapraz biçimde omuzlarında almak üzere içeriye girerek diğer dervişleri baş keserek selamlardı. Şeyhin postuna oturmasından sonra dervişler saf tutar, birlikte namaz kılınırdı. Sema başlamadan önce bir bakıma ders niteliğinde, ardından Mesnevi’den açıklamalar yapılır, Kur’an’dan kısa bir bölüm okunurdu, Naat-ı Şerif’i ney taksimi izlerdi. Kudüm ilk vuruşunu vurur vurmaz başta Şeyh Efendi olmak üzere dervişler hep birlikte ellerini yere vururak ayağa kalkarlar. Semazenler usulünce hırkalarını çıkarır, dünyevi sorunlardan soyunurlardı. Bu sırada şeyh postunun önünde durur, başkeser ve diğerleri de ona uyarlardı. Semazenler önde Şeyh Efendi, peşinde dervişler semahaneyi üç kez dönerler. Bu yürüyüş Şeyhin postuna oturmasıyla son bulurdu. Ayin-i şerifin okunmasından sonra semazenler postun önüne gelerek şeyhin elini, O’da onların sikkelerini öperdi. Sonra da semazenler sağ kenardan kollarını açarak sağ ellerinin avuçlarını göğe doğru açık, sol elleri de yere dönük yavaş yavaş dönmeye başlarlardı. Tennureleri şemsiye gibi açılırdı. Sağ elin yukarıya, sol elin aşağıya açık olmasını anlamı “Hak’tan alır, halka saçarız, hiç bir şeyi kendimize mal etmeyiz, görünüşte var olan aracılık eden suretten başka bir şey değildir” anlamındadır. Başka bir deyişle “göğe çıkarız, yere yağarız, varlığımız Hakk’ın rahmetinde yok olmuştur” demektir. Semazenlerin hepsi semaya girdikten sonra Şeyh, postunu bir adım önüne çıkar, kollarını açmadan, elleri çapraz biçimde onlara katılırdı. Yavaş yavaş dönerek semahanenin ortasındaki kutup noktasına gelirdi.




erdemyucel2002@hotmail.com

Yayın Tarihi : 18 Aralık 2004 Cumartesi 13:39:23
Güncelleme :8 Haziran 2005 Çarşamba 15:51:48


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
hayati karataş IP: 81.213.219.xxx Tarih : 30.11.2007 23:09:03

gayet güzel mevlanayı öğrenmek boynumuzun borcu