Bir Okuyucumuz, göndermiş olduğu e-mailde haklı olarak soruyor; aranızda okulun ne işe yaradığını bilen var mı?
Gerçekten haklı ve üzerinde uzun uzun düşünülecek, yanıtı çok zor bir soru...
Milli Eğitim Bakanlığı’nın almış olduğu karar uyarınca beş dersten kalanlara bir üst sınıfa geçme hakkını tanınıyor. Böyle olunca da öğrencilerden bir kısmı sevinçle PC’lere sarılmış soruyor; ben şu kadar dersten kalmıştım şimdi ne olacak?
Bazı öğrenciler de biz şimdiye kadar boşuna mı çalıştık? Çalışanın hakkı böyle bir karar alınınca yenmiş olmuyor mu? diyor...
Gelin çıkın işin içinden...
AKP iktidarı döneminde Milli Eğitimin büyük bir çıkmaza girdiği açıkça ortada... Hükümet her ile, alt yapısı,öğretim üyesi olmayan üniversiteler açarak kültür düzeyimizin yükseleceğini sanıyor. Öte yanda da elinde orta öğrenimi diploması olan bir yığın öğrenciyi, ne yaparsanız yapın diye ortalığa salıyor.
Orta öğrenim ve üniversite diploması elinde olan bir yığın genç işsizlikten kıvranırken, siyasi iktidarlara sırtını dayamış gençler, eş dost yakınları, genç yaşlarına rağmen önemli konumlara geliyor. Son güvenlik yasasından yararlanmak isteyen küçük yaştakiler ve hatta bir çok bebek de sigortalı oluyor!...
Sözcüğün tam anlamıyla eğitim kaosu veya iş bilenin kılıç kuşanışı (!)...
Bu ortamda bocalayıp dururken, Cumhuriyetin ilk yıllarında devrin ünlü ve bugün de saygıyla anılan bir Milli Eğitim Bakanı ile oğlunun gerçek bir davranışı aklıma takıldı. Bu olayı sizlerle paylaşmak isterim;
Bir Bakan ve iki çocuk (!)...
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Büyük Atatürk’ün, asıl savaş şimdi başlıyor, o da eğitim savaşıdır dediği günlerde Milli Eğitim Bakanı’nın makam odasının kapısı tıklanır.
İçeriden tok ve kendisinden emin bir ses gelir;
Girin...
Bugünkülerden çok farklı ve mütevazı döşenmiş Bakanın odasına iki lise öğrencisi girer. Bunlardan birisi Bakanın oğlu diğeri de O’nun arkadaşıdır. Bakanın oğlu; “Babacığım merhaba. Arkadaşımla elinizi öpmeye geldik”
İki lise öğrencisi; Can ve Gazi Ankara Atatürk Lisesini yeni bitirmişler...
Bakanın elini öptükten sonra masanın karşısındaki koltuklara otururlar dileklerini söylerler:
“Babacığım, biliyorsun okulumuzu her ikimizde başarı ile bitirdik. Bir yıldır para biriktiriyorduk. Eğer senin iznin olursa Bakanlığın bursundan yararlanıp yurtdışında eğitim almak istiyoruz.”
Bakan, odadaki kısa bir sessizlikten sonra oğluna döner;
“Oğlum biraz dışarı çıkar mısın? Biz arkadaşınla bir iki dakika yalnız görüşeceğiz”
Can dışarı çıktıktan sonra diğer çocuğa şöyle der:
“Bak evladım, ben sizler gibi başarılı öğrencilerin yurtdışında öğrenim görmesini her zaman desteklerim. Fakat, bir bakan olarak oğlumu yurtdışına gönderirsem, bunu başkaları farklı değerlendireceklerdir. Bu yüzden sadece sana burs vereceğim. Gerekli işlemlerin yapılması için talimatı veririm.”
Bundan sonra sevinçle dışarı çıkan öğrenci heyecan içerisinde kapının önünde bekleyen Bakanın oğluna sarılır;
“Can, sana bir iyi, bir kötü haberim var. Baban bana burs verdi ama senin gitmeni onaylamıyor.”
Bu sözler üzerine Bakanın oğlu elini cebine atıp düğümlenmiş bir mendil içerisinde biriktirdiği parasını, yurtdışında eğitim görmek hayali ile birlikte arkadaşına uzatır:
“Al bunları Gazi... Nasıl olsa bana lazım değil bu para”
Bu gerçek, ibret alınacak öyküdeki Milli Eğitim Bakanı, yeri o günden bugüne doldurulamayan Hasan Ali Yücel’dir.
Oğlu Can ise Türk edebiyatında, şiirinde kendine özgü bir yeri olan, gerçek kültür adamı Can Yücel’dir.
Can Yücel, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji bölümünden mezun olmuş, Babası bakanlıktan ayrıldıktan sonra kendi imkanları ile İngiltere’de Cambridge Üniversitesinde sanat tarihi dersleri görmüş, ve Askerliğini 1953 yılında Kore’de yapmıştır. 12 Mart döneminde bir çevrisi yüzünden hapis yatmış, daha sonra Vatan ve Demokrat gazetelerinde köşe yazarlığı ve Yön, Dost, Ant, İmece gibi dergilerde yazmıştır. Ayrıca yayınlanmış şiir kitapları vardır.
Can Yücel’in Amerika’da eğitim gören arkadaşı Gazi ise, dünyanın en ünlü, yüzyılın beyin ve sinir cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’dir.
Gazi Yaşargil, aldığı bursla Almanya Frederic Schiller Üniversitesi Tıp Fakültesinde eğitimine 1944 yılında başlamış, ancak II.Dünya Savaşı’nın zor günlerinde eğitimini İsviçre Basel Üniversitesi Tıp Fakültesinde tamamlamıştır. Zürich Üniversitesi Nöroşirürsi Klinik Direktörü Prof. Dr. Hugo Krayenbühl ile çalışmıştır. Mikro cerrahiyi Nöroşirürzi üzerinde uygulayarak beyindeki çok zor ve hassas bölgelerdeki tümörlerin alınabileceğini kanıtlamıştır.
Yıllar öncesi yaşanmış olan bu gerçek olay, sonraki yıllarda ellerine geçen nimetleri ailesine, çevresine yararlandıranlara ithaf olunur...
Sırası gelmişken, sünnet ve evlenme törenlerinde verilen hediyeler ile açılan takı sandıkları da bu arada unutulmamalıdır...
Okulların ne işe yaradığını en çok ben biliyorum.Tek yaptığımız öğrencilerin kötü alışkanlıklardan ve devamsızlıktan uzak durmaları sağlamak,fakat bu konular tüm günümüzü aldığı için diğer dersler işlenemiyor.Bu durumu bilen hükümet her geçen gün daha güzel yenilikler çıkarıyor,hepsini tebrik ediyorum çok iyi analiz ediyorlar okullardaki durumu.
Sayın Yücel,bu yazıya yorum yazmak hem çok kolay hem de çok zor.Çünkü eğitim sistemimizin neresinden tutsak elimizde kalacak durumda.1940 lı yıllarda ilköğretim gören nesil anlatır ki okulu bitirirken bitirme sınavı olunurmuş tüm derslerden.Uygulamalı ve teorik olarak.Atatürk ün eğitim sisteminde amaç üniversiteye girmek değil doğru bir vatandaş ve gerçek anlamda insanlığı özümsemiş bir birey olmaktı.O zamanın ilkokulları bugünün üniversitelerinden kalite olarak on kat daha iyiydi. Bunun dışında eğitim okulda değil aile içinde başlamalı.Şimdi çocuklar daha hırslı ve acımasız olmaya güdülenerek büyütülüyor.Sürekli bir rekabet ortamına yetiştirilen nesiller insanlıktan çıkıp makineleşecekler.Zaten küresel şirketlerin amacı da bu.Sorgusuz olarak her verileni tüketecek beyinsiz yaratıkların yetişmesi.Umarım küreselleşmenin bu iğrenç döngüsüne daha fazla bulaşmayız,saygılarımla...
Okulların ne işe yaradığını çözmeden önce okullardaki kişilerin ne işe yaradığını anlayabilmek çok daha önemli bence..! Sizinle yakın bir zamanda yaşadığım bir anımı paylaşacağım ve bana hak vereceksiniz. Bundan 2 hafta kadar önce küçük oğlum ile birlikte eve gidiyoruz. Saat 16.30 - 17.00 civarları. Yolu üzerinde duran bir traktör römorkunun sotesinde lise öğrencisi genç bir kız ve yeni yetme bir erkek öğretmen, derinlere dalmış konuşuyorlar. O sırada bizim ufaklık yorulduğu için onlara yakın bir bankta oturuyoruz 5-10 dakika falan. Neyse belli bir süre sonra muhabbet sona eriyor ve genç lise öğrencisi kız ile genç öğretmen ayrılıyorlar. Bu sırada karşı yoldan başka bir öğretmen geliyor ve bu genç öğretmene (besbelli tanışıyorlar) pis pis sırıtıyor ve el işareti ile yanına çağırıyor. Liseli genç kızın yanından ayrılan genç öğretmen de; karşıdan kendisine hareket çeken öğretmen arkadaşına seslenerek; "VERMEDİ" diyor. Diğer öğretmen işi bozuntuya vermeden yine genç öğretmeni yanına çağırıyor ve genç öğretmen yine "VERMEDİ" diye sesleniyor karşısındaki diğer öğretmene. Manzara ve konuşulanlar sanki dün gibi hala gözümün önünde. Bana kalırsa önce bu kişilerin ne işe yaradığınının çözülmesi gerekir ki, okulların ne işe yaradığı bu tip analizler doğrultusunda anlaşılır bir hal alsın.