Günlük politikayı, basında yer alan haberleri izledikçe nedense çocukluk yıllarımın Karadenizli bakkalını hatırlarım.
Önce duşun (üler yok) sonra konuş diye bir yazı yazmış, bunu da dükkânının en görünür yerine asmıştı.
Yıllar geçti. Başka bir mahalleye taşındık. Yazgıya bakın ki orada da Karadenizli bir bakkal vardı. Alış veriş yapanlara Boğazınızda düğümler var; konuşmadan önce söyleyeceklerinizi bu düğümlerden geçirin derdi.
Güler geçerdik. Meğer o iki Karadenizli bakkal ne de güzel söylemiş...
Önce düşün, sonra konuş... Söyleyeceğimiz sözü boğazımızdaki düğümlerden geçirmek...
Yeni Kültür ve Turizm Bakanı, Karadenizli olmadığından bunları yapamamış, bakan olduğunu da unutup Türkiyeye her yıl yüklü miktarda döviz bırakan Rus turistler için sonradan görme, görgüsüzler demiş. Her toplumun, her ailenin, her siyasinin görgülüsü de var, görgüsüzü de var... Bu tür münferit olaylar, daha doğrusu görgüsüzlükler toplumlara mal edilemez. Çünkü bunlar kişisel davranış biçimleridir.
Kuşkusuz bakan da bunu düşünememiş; dilin kemiği yok ya söyleyivermiş. Ardından da yaptığı gafı anlayıp özür dilemiş.
Bakan olmak, toplumda lider olmak, futbolcu olmak bile kolay değildir. Doru veya yanlış bir yere gelmişsen dikkatli olmak zorundasın...
Her toplumun iyisi de var kötüsü de...
Akıllısı da akılsızı da...
Aydını da var yobazı da var...
Yıllar öncesi Ayasofya Müzesinde gül fidanına işeyen eli yüzü düzgün bir Alman turist görmüştüm. Şimdi oturup Almanlar gül fidanına işer mi diyeyim?
Armasından anladığım kadarıyla Belçikalı bir turistin ceketi Ayasofyanın kuburundan çıkmıştı. Tıkanan tuvalet açıldığında bu armalı ceket bulunmuştu. Şimdi oturup Belçikalılar veya orada yaşayan rasgele birisi ceketlerini tuvaletlere mi atar diyelim?
Toplum olarak Rusları yeterince tanıyor muyuz? Hiç sanmıyorum. Yıllar yılı onları hep öcü gibi gördük. Moskoflar diye korkutulduk... Biraz soldan söz edecek olsak aldığımız cevap hep aynı oldu; Moskovaya Moskovaya...
Rusyaya kaçmak zorunda kalan Nazım Hikmeti bile adam gibi okuyamadık. İşin garip yanı da Nazıma kızanların da, sevenlerin de Onu yeterince anlayabildiğini hiç sanmıyorum. Çetin Altan milletvekili iken Nazım Hikmet yüzünden TBMM çatısı altında Nazımı sevmeyen milletvekillerinden dayak bile yemişti!
Rusların diplomatlarını da halkını da gün oldu yakından tanıdım. Görevimden ötürü SSCBnin İstanbuldaki Başkonsolosluğunda verdiği resepsiyonlara katıldım; diplomatlarını tanıdım. Bazıları ile de belirli ölçüde yakınlık dostluklar kurduk. Ancak onlar rejimleri nedeniyle biraz dikkatli ve ölçülü olmaya özen gösteriyorlardı. Özellikle siyasi konulara girmek istemiyorlardı. Hayret ettiğim bir nokta da Türkiyeyi, bizim insanlarımızı çok iyi tanımaları, Türk tarihini ayrıntısına kadar bilmeleri idi. Bir gün dayanamayıp bunun nedenini sorduğum başkonsolostan ilginç bir yanıt almıştım; Biz politik kariyerimizi yaparken hangi ülkede görev alacağımızı bilir, ona göre eğitiliriz...
Rus halkını ise zaman zaman tatil yaptığım Antalyadaki otellerde tanıdım. Aynı masalarda yemek yedik, içkimizi içtik, kumsalda yan yana güneşlendik. Gördüğüm kadarı ile hiç de görgüsüz insanlar değillerdi. Ancak, diplomatları ne kadar dikkatli ve ölçülü ise, onlar öylesine rahattılar. Birbirleri ile şakalaşıyor, eğleniyor ve tatillerinin tadını çıkarıyorlardı. Toplumdaki bazı görgüsüzler gibi çevrelerini de rahatsız etmiyorlardı.
Ne var ki, onlardan şikayetçi olanlar da yok değildi.Uçakla Antalyaya geliyor, gurup halinde otellerine transfer oluyor, otel dışına çıkıp alış veriş yapmıyorlardı. Kısacası kazıklanmıyor, paralarını da hesaplı harcıyorlardı. Bu da bazı kesimin hoşuna hiç gitmiyordu.
SSCB dağıldıktan sonra geçim standartları düşük olan kesim, Türkiyeyi cennet görüp İstanbula, Trabzon ve çevresine gelmeye başladı. Öncelikle onlara Nataşa diye isim takıldı. Onların sayesinde bir anda Lalelide Rus pazarları açıldı. Onlara yönelik kalitesiz mallarla bavul ticareti başladı. Bu konuda akıllı davranamadık. Bu ticaretten yararlanamadık, hoşgörülü olmadık ve Türkiyeden kaçmaları için elimizden geleni ardımıza koymadık. Lalelideki tekstil ve deri pazarı bir anda tükendi. Kuzey komşumuzu yeterince tanımadığımızdan zaman zaman gaf üzerine gaf yaptık!..
Sırası mı değil mi bilmem ama, çoğunuzun bildiği bir fıkra ile yazıma son vermek isterim:
Geçmiş günlerde bir hükümdarın bir müsahibi varmış. İşi efendisini eğlendirmekmiş. Bir gün hükümdar; Bana öyle bir gaf yap ki özrün kabahatinden büyük olsun demiş. Birkaç gün sonra hükümdar önde müsahip arkada merdivenlerden çıkıyorlarmış. Müsahip hükümdarın arkasına el atmış. Hükümdar hışımla geriye dönüp Bre edepsiz ne yapıyorsun? diye bağırınca, müsahip boynunu bükmüş Affedin hünkârım sizi hanım sultan sandım deyivermiş.
Özür ve kabahat...
Anlayan anladı sanırım. Kıssadan hisse işte!..
erdemyucel2002@hotmail.com