Osmanlı İmparatorluğunun son 200 Yılının tam bir çöküş dönemi olduğunu tarihçiler açıkça belirtmişlerdir. Balkan ve I.Dünya Savaşlarının ardından İstiklâl Savaşı ile bir ulusun yok oluşu, ortadan kalkması önlenmiştir. Bunun ardından Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu yeni Türk Cumhuriyeti, bağımsız, laik ve saygın olduğunu dünyaya ödün vermeden kabul ettirmiştir. Çağdaşlaşma eylemi olarak nitelenen Atatürk devrimleri, siyasi yönden eğitimsiz kalan, din baskısı altında bunalan, daha doğrusu geri bırakılmış bir topluma uygulanmıştır. Yeni Türk Cumhuriyetinde geçmiş, tarih sayfalarında bırakılmış ve Türk olma bilinci ağırlık kazanmıştır. Devrimlerin ışığı altında saygın devlet otoritesi kurulmuş, toplumda eşitlik sağlanmış, herkes aynı kaderi ve yükümlülüğü paylaşmıştır. Atatürkün yaşadığı dönem dünyada ırkçılığın, milliyetçiliğin ve dinî akımların çarpıştığı yıllardır. Atatürk Türkleri yepyeni bir milliyetçilik görüşünde toplayarak dil ve kültürle de bütünleştirmiştir. Bunun sonucu olarak, yeni bir milliyetçilik görüşü içerisinde Misak-ı Milli sınırları çizilmiş Anadolu istilâcılardan arındırılmış ve bağımsızlık, özgürlük ön plana getirilmiştir. Kısacası Atatürk milliyetçiliği, ilerici, özgürlükçü, laik ve sosyal adalete dayalı bir milliyetçilik akımıdır.
Yeni Türk Cumhuriyetinde gerçekçi bir dış politika anlayışı yürütülmüş ve yeni yapılanmanın kapsamına mali bağımsızlık, hukuk, kılık kıyafet, üniversite, dil devrimleri alınmıştır. Öğrenim, din işleri reformları yapılırken takvim ve saat düzenlemeleri, soyadı, ölçüler kanunu yürürlüğe girmiş, limanlarımız arasında yolcu ve yük taşıma hakkı (Kabotaj) elde edilmiştir. Bütün bunların yanı sıra, o zamana kadar tarih denildiğinde yalnızca Osmanlı tarihi (hanedan tarihi) ile yetinme düşüncesi de ortadan kaldırılarak çağdaş bir tarih bilinci yerleştirilmiştir. Türk Tarih Kurumunun açılışında Atatürk bu konuyu en güzel biçimde dile getirmiştir:
Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir, yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.
Herşeyden önce kendinizin özenle seçeceğiniz vesikalara dayanınız ve vesikalar üzerinde yapacağımız tetkiklerde herşeyden önce kendi teşebbüsünüzü ve milli süzgeci kullanın.
Büyük devletler kuran atalarımız, büyük ve şümullü medeniyetlere sahip olmuşlardır. Türk çocuğu, atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
Ne yazık ki, toplumun aydınlanmadan payını alamamış bazı kesimleri, dışarıdan aldıkları destekle devrimlere karşı koymuş ve ayaklanma yoluna gitmişlerdir. Osmanlının son günlerindeki 31 Mart Vakası, kürtçülükle bağnazlığın karıştığı Şeyh Sait İsyanı ve Menemen ayaklanması bunların tipik, acı, ibret alınacak örnekleridir. Toplumumuzun aydınlanmadan payını alamamış bazı kesimleri o günlerde olduğu gibi bugün de çağdaşlaşmanın, devrimlerin anlamını bir türlü kavrayamamıştır.
Türkiyedeki Serbest Fırka olayından sonra demokrasiye geçişin öncüsü olan CHP devrimleri bir türlü sağlıklı temellere oturtamadı. CHP içerisinde, özellikle 1945ten sonra oy toplama eğilimlerinin bunda payı olduğu sanılmaktadır. Demokrat Partinin iktidarı döneminde (1950-1960), oy toplama, cahil ve bağnaz kesime şirin görünme çabaları ile ödün üzerine ödün verildi. Toplumu bilinçlendiren, aydınlatan Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonra ezan Arapçalaştırıldı. Önce gizli sonra açık biçimde dini eğitim veren kurumlara sıcak bakıldı. Toplum anlamadığı bir dille dini eğitime zorlandı. Başbakan Adnan Menderesin TBMMnin kürsüsünde söylediği söz bardağı taşıran damla oldu: Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.
Türkiyede 1960 ve 1980 ihtilallerinden sonra iktidara gelenler oy kaygısı içerisinde bağnazlığa bir bakıma Arap milliyetçiliğinin, İran mollalarının görüşlerine yakın ödünler verdiler. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da yürürlükte olan tekke ve dergâhları kapatan yasaya karşın, tekkeler açıldı, devlet yönetimindeki bazı politikacılar şeyhlerin ellerini öptü, kamu yapılarına onları davet etti. Bu arada kılık kıyafet devrimi de hiçe sayılarak siyasi bir partinin görüşünü simgeleyen türbanlar, çarşaflar, yerleri süpüren giysiler giyilmeye başlandı. Dergâhlarda verilen derslere devam edenler biz Allahın üniversitesinde okuyoruz; Allahın askerleriyiz diyecek kadar bu konudaki cehaletlerini ortaya koydular.
ABne girebilmek için batıya ödün üstüne ödün verenler Türk Ceza Kanunundan, dış dünyanın ve Türkiyenin aydın kesiminin tepkisini çeken zinayı yasadan çıkardıklarını söyledikleri anda, bir başka skandal Samsunda patlak verdi. Samsun Belediyesinin motorize zabıta ekibi, yasal hiçbir hakkı olmaksızın deniz kenarında, parklarda ağaç altında oturan çiftlere, eğer el ele tutuşmuşlarsa, biri diğerinin omuzuna atmışsa uygunsuz davranışlarından! Ötürü uyarma görevini üstlendiklerini gazetelerde okuduk, televizyonlarda izledik.
Başbakanın Brükselde Verheugen ile yaptığı görüşmesi sırasında ortaya çıkan bu olay, ABde yeni bir pürüz doğurur mu bilinmez... Çağdışı olan bu tutum basında yer alınca, Belediye Başkanı zabıtalara böyle bir talimat vermediğini, zabıta, ağabeylik duygusu ile bir şeyler yapmış olabilir demekle yetindi. Samsunda devleti temsil etmekle yükümlü Valinin,
Ortada şikayetçi olmadığı için soruşturma açılamaz. Büyükşehir Belediye Başkanına sorduk. Öyle bir talimat vermedim diyor. Aklı başında bir adam böyle bir talimat verir mi? Bunu hangi akılsız adam yapar ki dediğini yine gazetelerden öğrendik.
Bu arada aklıma takılan bir soruyu da Samsunda ağabey davranışlarını! Sergileyen zabıtaya ve Belediye Başkanına sormak isterim. Çarşaflı, cübbeli, takkeli, poturlu, türbanlı, yerleri süpüren giysiler içerisindeki kişilere kılık kıyafet yasasını ve dergâhların kapatıldığını ve yasak olduğunu hatırlatma gereğini duyuyorlar mı?
ABye girme aşamasındaki Türkiyede inşallah bu tür bağnaz ve gerici girişimler sonun başlangıcı olmaz...