19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Şehitlerimiz İçimizi Kanatıyor...


Televizyonlarda haberleri izlemek içimden gelmiyor. Sabah gazetelerine de görevimden ötürü istemeyerek de olsa bakıyorum. Her gün yeni bir şehit haberini görmekten kendimce kaçmaya çalışıyorum. Güzel bir günün başlangıcında gencecik askerlerin şehit olması veya sakat kalarak yaşamlarını karartması benim de içimi karartıyor. Al bayrağa sarılı tabutlara sarılmış ağlaşan insanları görmek istemiyorum.

Ne yazık ki, görüyorum.

Son görevlerini yerine getirmek için orada bekleşen insanlar, subaylar, askerler ve polisler... Hepsinin gözlerinden yaşlar iniyor. Özellikle ağlamamaya özen gösteren subay, asker ve polislerimizin gözyaşlarını tutamaması televizyon başında bizleri de ağlatıyor.

Kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölen kişiye verilen şehit unvanının ateşin düştüğü yerdeki ailelere ne kazandırdığı da tartışılacak ayrı bir konudur.

Yeni doğan bir bebeğin büyümesi için ne zorluklar yaşandığını herkesten önce analar ve babalar bilir. Ayrıca bir subayın yetişmesi de öyle kolay değil. Çatışmaya bile giremeden, haince, kalleşçe tuzağa düşürülenler ve onların arkasındaki ailelerinin çektikleri de işin cabası.
Kanı yerde kalmayacak, vatan sağ olsun gibi hamasi sözleri bir kenara bırakıp gerçeğe dönmeli ve bu konuda son darbeyi vurmalıyız. Bu darbe öyle güçlü olmalı ki, bir daha terörün, gerillanın adı bile duyulmamalıdır.

Birkaç gün öncesi mayın patlaması ile yaralanan bir teğmenin birliğindeki bir çavuştan gelen e-mail beni içimden vurdu. Teğmen, patlama sonunda etrafa yayılan taş ve toprakların yüzüne çarpması ile yaralanmış. Tüm müdahalelere rağmen gözünün birini kaybetmiş, doktorlar tüm çabaları ile diğer gözünü kurtarmaya çalışıyorlar. Kurtarabilirler mi, kurtaramazlar mı bilemem... Kim bilir ne hayaller ile Harp Okulu’nu bitiren, görev aldığı güneydoğudaki kalleş bir saldırı sonucu hayatı kararıyor, idealleri bir bir sönüyor. Bu genç teğmen gibi daha niceleri var.

Güneydoğu’da terör olayı yok. Yalnızca Türkiye’yi bölmeye çalışan dışarıdan kışkırtılmış zavallıların yürüttüğü bir savaş yaşanıyor. Öyle bir savaş ki, karşınızda düzenli bir ordu yok. Kalleşçe pusu kuran, uzaktan kumandalı mayınları patlatanlar, karalıkta taciz ateşi açanlar var. Düzenli bir güç karşınızda olsa Türk ordusunun onu anında ezip geçeceği de açık. Bu nedenle kalleşçe bir savaşı sürdürmeyi, vurup kaçmayı yeğliyorlar. Bir türlü asfaltlanamayan tozlu topraklı yollara mayınları yerleştirip, gizlendikleri yerden kumandaya basıyorlar. Patlamayı gördükten sonra da sadist bir zevkle sıvışıyorlar.

Kendilerine gerilla ismini yakıştırmışlar. Oysa gerilla bir düşman ordusunun yanlarına, gerilerine ve savaş bağlantıları üzerine çetelerle veya düzenli birliklerle yapılan baskın, pusu kurma, hırpalama gibi sürekli olmayan eylemlerle gerçekleştirilen savaş biçimidir. Başka bir tanımı ile hafif silahlarla donatılmış, düşmana ani baskınlar yapmayı, vur kaç taktiğiyle savaşmayı bir yöntem olarak benimsemiş çete veya askeri birliğe gerilla ismi verilmiştir.

Birliklerimize yapılan saldırıların askeri bir terim olan gerilla ile uzaktan yakından ilgisi yok. Yalnızca huzuru kaçırmak, zarar vermek için saldırılarını sürdürüyorlar. Gece karanlığında uzun menzilli silahlarla ateş edeceksin, yollara mayın döşeyecek ve sonra da sıvışıp kaçacaksın. Bunların hiç birisi gerilla kurallarına uymuyor. Daha doğrusu mertçe bir savaş değil.

Gerilla savaşı askeri bir disiplin içerisinde toprakları işgal eden düşmana karşı yapılır. Düşmanın ikmal yollarını kesmek ve savaştan düşürmek, gücünü azaltmak için yapılan askeri bir taktiktir. Kurtuluş Savaşında, II. Dünya Savaşında, Vietnam Savaşında, Cezayir Savaşında gerilla savaşlarının sayısız örnekleri görülmüştür.

Türkiye’nin hiçbir yeri düşman işgali altında değildir. Kendilerine gerilla ismi yakıştırılanların bir kısmı sınır ötesinden sızmış gruplar ile yurt içerisinde cehaletten veya baskı sonucu onlardan yana olanlardır. Ordumuza karşı eyleme girişenlerin büyük bir kısmı ne yazık ki, bu memleketin kandırılmış insanlarıdır. Havasını, suyunu, bu memleketten sağladığı geçimini bir yana bırakalım, diğer vatandaşlarımız gibi bu güzel memleketin bütün imkânlarından yararlanıyor. Diledikleri şehre gidip orada yaşamların kuruyorlar, çalışıyorlar ve hatta evleniyorlar. İmkânları el verdiğinde diğerleri gibi eğitimlerini yapıyorlar, devlet yönetiminde önemli konumlara da geliyorlar. Hiç kimse onlara sen şu etnik gruptansın diye ahmakça bir söz söylemiyor.

Türkiye bu sorunu çözmek zorundadır. Masa başı edebiyatı ve mekik diplomasisi ile işe çözüm getirilemeyeceği açıktır. Bazı devletler çöz diyecek; bazıları da dur diyecek... Olmaz böyle bir şey...

Önce bu karmaşasının adını koymak gerekir;

Güneydoğuda terör mü var? Yoksa gizli süren bir savaş mı var?

Bunca gencecik insan boşuna toprağa verilmedi, gencecik insanlar sakat bırakılmadı.

Genelkurmay Başkanlığ’ına Yüksek Askeri Şura başlamadan önce haklı olarak atanan Orgeneral Yaşar Büyükkanıt’ın her türlü sorumluluğu üstlenerek terörü yok edeceğine çoğu kişi gibi bizde inanıyoruz. Öylesine inanılıyor ki, basından öğrendiğimiz kadarıyla bazı çevreler Büyükkanıt Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı’nı engellemek için bir iftira kampanyası başlatmışlar, ancak sonuç alamamışlardır. Yüksek Askeri Şura başlamadan Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı kararname köşke ulaşmış ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından anında imzalanmıştır.

Bekleyecek ve sonucu göreceğiz.

Çoğu kez yaptığım gibi bugünde yazımı Atatürk’ün bir sözü ile noktalayacağım:
“Harp zorunlu ve kaçınılmaz olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye karşı karşıya kalmadıkça harp bir cinayettir.”


erdem@kenthaber.com

Yayın Tarihi : 4 Ağustos 2006 Cuma 11:40:30


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?