18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Şu Çılgın Türkler!..


Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” isimli kitabının okudunuz mu?
Günlerdir, biraz geç de olsa okumaya çalıştığım bu kitabı mutlak sizler de okumalısınız. Yarım yamalak, kulaktan dolma bilgilerle Türkiye Cumhuriyeti’ni öğrenmeye çalışanlar, onu yıkmaya çalışanlar ve gerçek Türk milliyetçileri bu kitabı okumalı, okumak bir yana yanlarından hiç ayırmamalıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl çöktüğünü ve bir avuç insanın, canlarını hiçe sayarak nasıl yoktan bir Cumhuriyet kurduklarını, başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletlerine nasıl kafa tuttuklarını, başta padişah olmak üzere Osmanlının son kırıntısı devlet adamlarının çaresizlikten batıya nasıl boyun eğdiklerinin, Sevr’den başka kurtuluş çaresi kalmadığını sanan zavallıların, devletin batıya boyun eğişinin, teslimiyetin, gerçek Türk milliyetçilerinin yoklukları hiçe sayarak baş kaldırışının romanlaştırılmış öyküsü... Aslında romanlaştırma da yanlış bir sözcük, en ince ayrıntısına kadar gerçek...

Gerçekte roman değil Cumhuriyetin kuruluşu ve bu uğurda verilen mücadelenin öyküsü...

Atatürk ve silah arkadaşlarının öyküsü...

Yaşamlarını vatan için hiçe sayan, bu uğurda canlarını verenlerin öyküsü...

O güç günlerde, Yunanlıların son Türk mevzilerini yok etmek için başlattığı hücumda Büyük Atatürk’ün Türk kadınına verdiği değerin öyküsü...

Turgut Özakman’nın hoş görüsüne sığınarak bu kitaptan bir bölümü sütunuma almak istiyorum.

“Yunanlılar 10 Temmuz 1921 Pazar günü Söğüt-Afyon arasındaki 170 km. uzunluğundaki Türk cephesine doğru geride güvenliği sağlamak üzere küçük bir kuvvet bırakarak tüm gücü ile hücuma kalkmıştı. Yunan tümenlerinin öncü ve yancı birlikleri, yollardan, derelerden, ormanlardan, vadilerden, tarlalardan geçerek, otları, ekinleri, kır çiçeklerini eze ezer, karınca yuvalarını çiğneyerek, postal, nal, boru, tekerlek ve motor seslerinden oluşan ürkütücü bir uğultu ve homurtu içerisinde ilerlediler”.

Afyon, Kütahya, Nasuhçal,Yumruçal önlerinde şiddetli çarpışmalar cereyan ederken Ankara Öğretmen Okulunun salonunda ilk defa Öğretmenler Kongresi yapılıyordu. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in kısa açış konuşmasından sonra Atatürk kürsüye gelmiş ve konuşmasına söyle başlamıştı:

“Muhterem hanımlar, efendiler,
Bizi yaşatmamak isteyenlere karşı yaşamak hakkımızı savunmak üzere toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, burada Ankara’da açıldı. Bugün Ankara, Milli Türkiye’nin eğitimini kuracak olan Öğretmenler Kongresi’ne sahne olmakla iftihar duymaktadır.
Derin bir idari ihmalin devlet varlığında açtığı yaraları sarmak için en büyük çalışmayı hiç şüphesiz eğitim için yapmamız gerekiyor. Şimdi maddi ve manevi bütün güç kaynaklarımızı düşmanlara karşı kullanıyoruz. Ancak bu savaş günlerinde bile dikkat ve özenle işleyip çizilmiş bir milli eğitim programı yapaya emek sarf etmeliyiz. Milli eğitim programı derken, hurafelerden, yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden uzak, tarihi ve milli seciyemize uygun bir kültürü kastediyorum.”

Atatürk konuşmasını yaparken salonun ön sıralarında milletvekilleri ve bakanlık yöneticileri oturuyorlardı. Bütün arka sıralar kalpaklı erkek öğretmenlerle doluydu. Üçüncü ve dördüncü sıranın sol yanında, sıkma başlı on kadar kadın öğretmen yer almış, arkalarda, aralarındaki ve yanlarındaki koltuklar boş bırakılmış, böylece kadınlarla erkekler birbirlerinden ayrılmıştı. Bu ilkel görünüm Atatürk’ü rahatsız etmiş olacak ki, konuşmasının bitiminde Öğretmenler Derneği Başkanı Mazhar Müfit Bey’i yanına çağırdı ve sesini herkesin duyabileceği şekilde yükseltti:

“Kongreye hanım öğretmenlerimizi çağırdığını için siz kutlarım. Ama hanımefendileri niye böyle ayrı oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türk hanımlarının faziletine mi? Bir daha böyle bir ilkellik görmeyeceğimi ümit ederim.”

Sayın Turgut Özakman’dan öğrendiğimize göre; kenara itilmiş kadın öğretmenlerin gözleri minnetle parlıyordu. Onlar da Mustafa Kemal Paşa’yı saygı ve geleceğe güvenle selamladılar.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana az değil, tam 82 yıl geçti ve ne yazık ki, toplumumuzda kadının yeri, alt kimlik mi yoksa üst kimlik mi olduğu tartışılıyor. Türk kadınının bazı kesimlerde ikinci plana itildiği ve davranışları ile bunu bazı siyasilerin, bağnaz çevrelerin yapmış olması ayrı bir üzüntü veriyor. Erkek erkeğe toplantılar, memleketimizin bir çok yerinde görülen harem-selamlıklar, plajlarda, bazı otellerde denize giren kadın ve erkeğin ayrılmaları çağdaşlık ilkelerine ters gelmiyor mu? Bu konuda eğitimsiz kesimlere din sömürüsü mü yapılıyor, yoksa kadınlar alt kimliğe mi indirilmeye çalışılıyor? AB’ye girmeye çalışılırken toplumun bazı kesimlerinin kadını ikinci plana iten davranışları, kılık kıyafet devriminin hiçe sayılması ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’ni dış ülkelerde temsil edenlerin yapmaları basında zaman zaman yer alıyor.

Birkaç gün öncesi bir Bakanın eşi ile gittiği bir toplantıya sonradan gelen eşinin ayrı bir masada tek başına yemek yerken, DHA Samsun Muhabirinin çektiği fotoğraf gazetelerin birinde yer alınca ortalık yine alevlendi. Bu olaya kadın milletvekillerinden, çeşitli kadın derneklerinden tepkiler geldi, bir kadın milletvekili de şaka yollu benim kocam yapmış olsaydı gözünü morartırdım diyecek kadar ileri gitti. Olay gazete köşe yazılarında da ele alındı ardından bu konuda ilgililerden tekzip geldi; Bakanın eşi onlar beni masaya davet ettiler ama ben oturmadım diyerek olayın fazla abartıldığın söyledi.

Bu olay bence çok fazla abartılacak bir olay değildi. Tepki, bu hükümetin kadını ikinci plana itip itmediğinin bir patlama noktası olması ve bunun tartışılmasınadır.Yalnız pek çok kişinin üzerinde yeterince durmadığı bir nokta var; o da protokol kurallarının öngördüğü şekilde davranıp davranılmadığıdır. Önceki yazılarımdan birinde bazılarının protokol kurallarını bilmediğini ileri sürmüştüm. Devleti yönetenler, üst düzey bürokratlar uygun görevlerde iseler protokole uymak zorundadırlar. Öncelikle bunun başında kılık kıyafet ve çağdaş giyim kuşam gelmektedir. Belirli bir görevdekilerin eşleri yerleri süpür süpür giysiler, siyasi simge olduğu ileri sürülen türban tipi örtülerle resmi veya özel toplantılara katılmaları önce devrimlere ters, sonra da protokol kurallarına aykırıdır. Resmi davetlerde görevlinin eşi daima diğerinin yanında olmak zorundadır. Ayrı bir masada veya ayrı bir köşede değil…

Cumhuriyet rejiminde, insanlık yönünden ve hepsinden öte kadın hakları yönünden çok üzücü durumlar birbirini izliyor. Televizyonların kadın programlarında özellikle eğitimsiz kadınların ne duruma düşürüldükleri, köleden farksız oluşları gerçekten içler acısı... Diğer taraftan bir gazetenin “Güzin Abla” köşesine gelen mektuplar acı gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor.

Atatürk’ün büyük saygı duyduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini beklediği öğretmenler, Öğretmenler Günü’nde dayak yiyorlar. Toplumda kadına yapılan tacizler, bir kendini bilmezin birlikte olduğu bir kadınla olan ilişkilerinin İnternet sitelerinde dolaştırdığı iddiası, İstanbul’un bazı gece kulüplerinde her gece izlemek zorunda bırakıldığımız ve sayıları birkaç yüzü geçmeyen, sözüm ona adı sosyeteye çıkmış kadınların sarhoş görüntüleri ... Onlar da hiç hoş değil. Kısacası tesettür ile transparan denilen açık saçık giysiler arasında bocalayan bir toplumun, kadını bu hale düşürmeye de hakkı yoktur.

Turgut Akmansoy’un “Şu Çılgın Türkler” isimli kitabından bu yüzden yazımın başında alıntı yaptım. O kitabı mutlak okumanızı isterim; Türkiye gerçekten hangi zor koşullardan nereye geldi...

Bizler bugün neler yapıyoruz ?..




erdemyucel2002@hotmail.com


Yayın Tarihi : 2 Aralık 2005 Cuma 12:02:17
Güncelleme :2 Aralık 2005 Cuma 22:09:08


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
ufukdageri IP: 88.231.154.xxx Tarih : 6.04.2008 11:51:46

çokkk güzel bir kitap sizi tebrik ederim:):)