İstanbul’dan uzakta tatilimin bir bölümünü Konya-Ereğli’sinde, İstanbul’un gürültü ve insan kirliğinden uzakta, hemen hemen bütün günümü bir asma çardağının altında geçirdim. Bir yandan köşe yazılarımı ihmal etmeden, bol bol kitap okumaya da çalıştım. Öğrencilik yıllarımda okuduğum Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara, Sodom ve Gomore’sini o günlerden farklı bir görüşle, günümüzle bağlantılar kurarak okudum ve düşündüm. Bu arada o yörenin insanlarıyla da fırsat buldukça sohbet etmeye çalıştım. Temiz havayı solumak gerçekten insanı dinçleştiriyor. Düşünceye daldığım anlarda ise geçmişte yaşananlar ve gelecek, gözlerimin önünde biraz daha şekilleniyor, netleşiyor. Ben çardak altında bunları düşünürken, maddi durumları elveren çoğu insan, aynı anlarda Eğe ve Akdeniz kıyılarında gündüzleri denizde, geceleri müzik kirliği içerisindeki diskolarda dans ediyor, içkilerini yudumluyor. Doğal olarak da! magazin basını onların yanlarında yer almış, kimin eli kimin cebinde olup bitenleri yazmaya çalışıyor. Oysa benim bulunduğum ortam onlardan çok daha farklı… Her iki ortamı aynı anda yaşayabilmek gazetecilik yönünden de oldukça ilginç…
Kısa bir sürede de olsa yaşadığım ortamın insanları, çoğu deniz tatilini, diskoları yalnızca televizyonlarda izlemekle yetiniyor. Buradaki insanlar, hiç sevmediğim bir tabirle yeni aşklara yelken açmayı düşünmüyorlar. Onların asıl sorunu geçimleri, ekmeklerini çıkarabilme telaşı… Çevreme bakıyorum, bazılarının çok az da olsa emekli maaşları var. Bazıları da sezonluk pancar, patates, sebze çapalamaya, elma, kiraz toplamaya gidiyorlar. Aldıkları gündelik ise yalnızca 20 YTL…
Ereğli’nin ortaöğrenim kurumları var. Burada okuyan gençlerle yaptığım sohbetlerden öğreniyorum ki, aşklarını uzak mahallelerdeki sokaklarda el ele yürüyerek yaşıyorlar. İçlerinden biraz daha cesur olanları parklardaki banklarda oturuyorlar. Çoğu kızın gelecekteki hayalleri evlenip çoluk çocuğa karışmak… Bunun için evleneceği gencin işinin gücünün olup olmaması umurlarında bile değil… Evlenince hemen çocuk yapmak zorundalar… Çocuk olmazsa mahalle baskısı altında eziliyorlar; neden çocuğu olmuyor dedikodularını duymak istemiyorlar. İçlerinden bazıları da yüksek öğrenim görmek istiyor. Ne var ki, istemekle de bu iş olmuyor; öncelikle dershane parasını denkleştirecekler, sonrada da şansları nereye kadar onları götürür, bilinmez… Onların önleri açılabilmiş olsa Türkiye, aydın, eğitimli pek çok genci kazanabilir. Gençlere yaşam çıtalarını yükseltmelerini, eğitimlerini tamamlamalarını, hurafelerden uzak durmalarını, ekonomik özgürlüklerini kazanmalarını, bir erkeğe esir olmamalarını, aile ve mahalle baskılarına boyun eğmemelerini öğütlüyorum. Kendilerinden olumlu yanıtlar da alıyorum. Onların yanıtları ise ileriye dönük karamsarlığımı biraz olsun iyimserliğe dönüştürüyor. Bu arada bazılarının aileleri sohbetlerimizi dinliyor, bazıları beni destekliyor, bazıları ise sessiz kalıyor.
Sessiz kalanlar benim için neler düşünür bilemiyorum… Belki de kafa karıştırıcı, düzen bozucu, şeytan diyorlardır. Bilemem…
Gençlerden sonra orta yaş ve üzerindekilerle sohbete dalıyorum. Onlara Atatürk’ü, güç şartlarda kazanılan Milli Mücadele’yi soruyorum. Ne acı ki, çoğunun bu konularda yeterli bilgileri yok… Atatürk ve Milli Mücadele, cumhuriyetin nasıl kazanıldığı, kadın hakları ve devrimler konusunda bilgileri çok az… Osmanlının çöküşünü, Sevr’i ve İngilizlerin elinde bir kukla olmaktan öteye gidemeyen Vahdettin’i sormaya lüzum görmüyorum!...
Bu cehaletin nedenlerini araştırıyorum ve bir kez daha hüsrana uğruyorum. Atatürk’ü bilmek bir yana, O büyük adamı, Tanrının Türklere lütfu olan Atatürk’e bilinçsizce dil uzatanlar bile var…
İşte o zaman acı gerçek ile karşılaşıyorum. Bir ahtapot gibi kollarını her yana uzatan tarikatlar, din simsarları, hurafelerle bu insanların akıllarını karıştırıyor. Bir bakıma onları din adına baskı altına almışlar!.. Yalancı dervişler, şeyhler, hanımanneler bu insanları zehirliyor… Her Cuma günü sokaklarda kadınların koşar adım bir yerlere gittiğini görüyorum. Bunlar yasal veya illegal vakıfların sohbet toplantılarına giden kadınlar… Onlardan öğreniyorum ki, Ereğli ve köylerinde böyle toplantılar yapılıyor ve bir vakıftan gelen yetkili (!) hanım onlara bir şeyler anlatıyormuş… Bu gün ne anlattı diye soracak oldum; aldığım yanıt Meryem Anayı anlattı oldu. Ne anlattı diye sorduğumda öğrendim ki, bütün peygamberler (!) Meryem Ana’ya gider, hayır dua alırlarmış… Oysa onlara Meryem Ana’nın öldürülme korkusuyla Romalılardan kaçtığını, yerinin belli olmadığını, peygamberler ile Meryem Ana arasında yüzlerce yıl olduğunu söyledimse de anlatabilmek ne mümkün…
Bu insanlar nasıl hurafelerden, yalan yanlış bilgilerden kurtulabilir diye düşünüyorum. Gerçekten çok zor… Ahtapot zehrini her geçen gün biraz daha akıtıyor… Oysa cahil bırakılan bu insanlar eğitilmeli, aydınlığın ışığına kavuşturulmalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan köy enstitüleri, halkevlerinin ne kadar yararlı olduğunu bir kez daha düşünüyorum. Her iki kurumda kapatıldıktan sonra boş kalan meydanlarda cemaatler ve tarikatlar gizlendikleri yerlerden daha da güçlü çıkmışlar…
Kuşkusuz, kandırılmış, bilinçsizleştirilmiş kişilerden oy toplamak bazılarının işine geliyor…
Düşünmeden, körü körüne bilmeden atılan oylar… Çoğu aile mahalle baskısıyla atılan her bir oyun memleket kaderini etkilediğinin bincinde bile değil… Bu arada rastlantı sonucu bazı işçilerle konuşuyorum, onların Demokrat Parti’den bu yana siyaseti nasıl izlediklerini görünce önce hayrete düşüyor, sonrada içerisine düştüğüm karamsarlıktan biraz olsun kurtuluyorum…
Kısa süre kaldığım ilçe, belki de Türkiye’den bir kesiti gözler önüne seriyordu. Bir yanda din tacirlerinin, eğitimsiz insanların beyinlerine huni ile akıttıkları yalan yanlış bilgiler, hurafeler, diğer yanda kazma kürek sallayan, oylarını bilinçli kullanan aydın işçiler…
Ereğli’nin kenar mahallelerinden birinde geçirdiğim ilk gecenin sabahında oradaki üç bakkalda gazete aramış bulamayınca da aldığım yanıt kafama bir balyoz gibi inmişti:
“Beyim burada gazete bulamazsınız, ilçe merkezine gidin. Buradakiler gazete okumaz ki…”
erdemyucel2002@hotmail.com
Sayın Yücel,bir kere daha altına imza atılacak bir yazı kaleme almışsınız. Eminim ülkemizde aydın insanlar oldukça onların yetiştirdiği bilimi,doğa ve insan sevgisini merkez alan bireyler,sosyal ve kültürel yozlaşmanın karşısında dimdik ayakta duracaklardır.
Ereğli deyince aklıma, hemen İvriz Kaya kabartması, İvriz Eğitim Enstitüsü ve aydın bir halk gelir. 1930'lu yıllarda açılan Sümerbank tesisi, ardından açılan Enstitü ve 80 öncesindeki o muhteşem sosyal uyanış... Bu arada aklıma CHP Genel Sekreteri ve Milli Eğitim Eski Bakanı Rahmetli Mustafa Üstündağ da gelmekte. Bunları yan yana koyduğumuzda, Ereğli (Tuwana - Herakleia - Ereğli) kökeni ta o muhteşem kabartmaya dek gider Sevgili Üstat. Tabii ki, Zanapa (Halkapınar) Muhtarı Rahmetli Derviş Ağa'nın alabalık tesisinde buz gibi suyla içilen rakı ile elması ve beyaz kirazı, işin yeme de yanında yat kısmı. Şimdi şu soru geliyor aklıma; Bugünkü Ereğli, o eski Ereğli midir? Eskiden eğitim ve kültür düzeyi Konya genelinde en öndeydi, şimdi nasıl? Eskiden yaz geceleri Rasim Erel Caddesi cıvıl cıvıl olurdu, şimdi aileler yine o caddede gezintiye çıkıyor mu? Ebabil'in Erdoğan ile Yorgun Yaşar hala sağlar mı? Meysu, meyve suyu fabrikası daha işliyor mu? Aydost Tepesinden katırlarla kar taşıyan Karcılar, düğün ve sünnetlerde kar helvası ve şerbeti yapıyorlar mı hala? Yüreğine ve eline sağlık üstat. Bir gezi notu ancak bu kadar güzel yazılabilir ve anlatılabilirdi. Sevgi ve saygılarımla.
MERHABA Erdem Abi, ben KONYA-EREĞLİ'den çiğdem. yazmış olduğun yazıya tamamiyle hak veriyorum.malesef ilçemizde bilinçli, kültürlü, okumuş ,okumayı seven insan yok denecek kadar az...Ama yeni nesil öyle olmayacak. (sizler sayesinde)... Mahalle baskısı konusunda da çok haklısın ama yeni nesilin pek taktığı yok artık... yeni yazılarını bekliyoruz ve çok severek okuyoruz..KALEMİNE SAĞLIK...
Saygilarimi sunarak merhaba diyorum Hocam"Size telefonda daha yazmak istemiyorum demistim.Bu yazini okuduktan sonra herhalde bana hak vermisindir.Cünkü bu hurafalar bu din tüccarlari Yanilmiyorsam Türkiyenin her tarafina yayilmislardir.Ve ne yazik ki insanlarin kanini emiyorlardir.Sasirilacak tek birsey varki Halktan en ufak bir tepki görmüyorlar.Eh bende derim,ki kendi düsen aglamaz.saygilarimla.
Erdem Bey, Bilal'in Askerliği ve Ereğli yazınızı tavsiye üzerine okudum ve çok beğendim. Son on bir yıldır Amerika da yaşıyorum ve bende 2006 yılında bedelli askerlikten yararlanmak için Burdur 58. Piyade Alayına katıldım. Sizinde dediğiniz gibi yasalara uyulduğu sürece hata kişilerde olmamalıdır. Bende haklı olarak 21 günlük askerlik görevimi yerine getirdim. Hafta sonları ailemin beni EVCİ (askerlikte kullanılan bir terim bölgede ailenizden birisinin yanında kalma) olarak çıkarması ve arkadaşlarla hamam ve cafe lerde vakit geçirmeleri saymamamız durumunda toplam 15 gün askerlik yapmış oldum (21 gün değil). Askerliğin en zor dönemi alışana kadar geçen süre olan ilk bir kaç aylık dönemdir (bugüne kadar askerlik anılarını anlatanların hepsi bu şekilde söyler) sizde kendinizden hatırlarsınız. 58. Piyade Alayı sadece paralı askerlikten faydalananların değil aynı zamanda uzun dönem askerliğini yapanlarında katıldığı Burdur'un kışı karlı tepelerinin yamacına kurulmuş bir kışladır. 58. Piyade Alayında yönetmeliklerinin verdiği kurallara uyan komutanlar kısa ve uzun dönem askerlere kişisel olmamakla beraber aynı davranışları gösterememektedirler. Uzun dönem askerler zaten ülkenin diğer kışlalarında uygulan kurallara göre davranışlara (komutanına göre değişiyor) maruz kalırken, dövizle hizmetini yerine getirenler kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan yemin törenine hazırlanmak için NE...MUTLU....TÜRKÜM....DİYENE.... haykırışlarıyla RAP RAP yürüyüşleri yaparak ya da mıntıka temizliği adı altında sigara yakıp, izmaritinide her 20 metrede bir mevcut olan çöp tenekelerine atmak yerine bulduğu ağaç oyuklarına sıkıştırarak geçiriyor günlerini. Peki neden komutanlar dövizlilere dokunamıyor tabi ki potansiyel dövizle askerlikten yararlanmak isteyenlere 58. Piyade alayını kötü reklam yapmamak için. Sanmayın ki bundan yararlananlar sadece üç yıllığına ülkeden kaçıp bir şekilde yabancı ülkede yasal olarak çalışma fırsatı bulanlar. Onbinlerce yabancı ülke pasaportuna sahip vatandaşımız Türk vatandaşlıklarını kaybetmemek için bu hizmeti yapmak zorunda kalıyorlar. Sırf askerlikten yırtmak için ülke dışına çıkanlarla Türk vatandaşlığını kaybetmemek için askerliğini yapanları karşılaştırırsanız devede kulak bile olacağını sanmıyorum. Diyelim ki dövizle askerlik kalktı bundan kaybı olan TÜRK HALKIDIR. Çünkü, yabancı ülke pasaportuna sahip Türk vatandaşlarımızın büyük bir çoğunluğu uzun dönem askerlik yapmak görevini yerine getirmek istemeyecektir. Neden mi? Çünkü mecburiyetleri yok. Zaten yabancı ülke pasaportlarıyla istedikleri zaman Türkiye'ye giriş yapabiliyorlar (tabi vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra ve altı ayda bir ülkeden ayrılmak şartıyla) Kaybedecekleri tek şey ülke kayıtlarından Türk vatandaşlıklarının silinmesi olacaktır ki bu kalben o Türkü vatandaşlıktan atmaya yetmez. Bir Türk, Türk doğar, Türk yaşar ve Türk olarak ölür.
www.esenkaya.com
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE