Mayıs ayının son haftası, Türk siyasetinin dönüm noktalarından birisidir. 27 Mayıs 1960 darbesi erken başlatılan demokrasi denememizi bir süre sekteye uğratmış, başka bir deyişle oy çokluğunun demokrasi yönünden diktatörlüğe yol açamayacağını da ortaya koymuştur.
Kuşkusuz, bu ihtilal veya askeri darbe, anlayanlara veya anlamak istemeyenlere önemli bir tarihi ders niteliğindedir... Politikacılara her zaman ışık tutmalıdır.
27 Mayıs askeri darbesi çok iyi irdelenmeli, akıl ve bilimin ışığı altında uzun uzun düşünülmelidir. Bugün okuyup yazan, günceli takip eden orta yaş ve üzerindekiler o günleri çok iyi anımsarlar. Ne yazık ki, genç kuşakların belirli kesimleri hurafelerle veya hacı hoca telkinleri ile uğraştıklarından 27 Mayıs darbesini ve onu doğuran etkenleri yeterince bilemezler. Oysa bu konuda o günleri yaşayanlar, içinde olanlar ve olmayanlar pek çok kitap, bilimsel, objektif makaleler yazmışlardır.
Türk insanın belirli kesimi, özellikle siyasetçiler veya siyasete soyunmak isteyenler 27 Mayıs’ı onu doğuran sonuçları, ihtilal öncesini, sonrasını çok iyi bilmek zorundadır. Bunun için de yapılacak iş çok iyi okumak ve okuduklarını değerlendirmektir.
27 Mayıs darbesinin önemli aktörleri vardır; bunlar Celal Bayar, Adnan Menderes ve İsmet İnönü’dür. Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi de birbirleriyle şiddetle çakışan iki önemli siyası partiydi.
Bu yazımda 27 Mayıs darbesini doğuran nedenleri, ihtilalin nasıl adım adım geliyorum dediğini ve bunu anlayamayan basiretsiz politikacıların değerlendirmesini yapabilmek bu sütuna sığmaz. Bu nedenle yalnızca Atatürk’ün kurmuş olduğu yeni Türkiye Cumhuriyetinin adım adım neden o günlere geldiğini kısa notlarla açıklamak isterim...
27 Mayıs öncesinde yedek subay ( o günlerde lise mezunlarının yedek subay hakkı vardı), ardından üniversite öğrencisi olarak o günleri izledim, siyaseti en ince detayına kadar basından takip ettim ve her şeyden önce düşündüm, kendimce yorumladım, akıl ve bilimden yana arkadaşlarımla tartıştım. Her şeyden önce kendime bile itiraf edemediğim bazı düşüncelerimi aynaya bakarak, kendimle baş başa kalarak söyledim.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan kısa bir süre sonra Büyük Atatürk, demokrasi denemesine girişmiş, ancak Serbest Fırka olayından sonra bunun henüz çok erken olduğunu anlamıştı. Bunun için yapılacak en önemli işin eğitim olduğunu bir kez daha düşünmüş, asıl savaşın cehaletle olacağını defalarca söylemişti. Bunun için halkın topyekûn bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi için Köy Enstitülerini ve Halkevlerini açmıştı. Gerçekte Köy Enstitüleri ve Halkevleri kısa sürede meyvelerini vermeye başlamıştı. Atatürk’ten sonra İsmet İnönü de aynı yolda yürümeye çalışmıştı.
II. Dünya Savaşının ardından İsmet İnönü, biraz da dış etkilerle demokrasiyi yeniden başlatmış, 1946 seçimleri biraz şaibeli olmakla beraber seçimin galibi olmuştu. Bu arada Demokrat Parti’nin kurucuları olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve arkadaşları Toprak Reformunu bahane ederek CHP’den ayrılarak yeni partilerini kurmuşlardı.
Türkiye’de 1950 seçimleri demokrasiye yönelik bir dönüm noktası olmuş ve Demokrat Parti büyük çoğunlukla iktidarı ele almıştı. 1954 ve 1957 seçimlerinin galibi de oy kayıplarına rağmen yine Demokrat Partidir. Bu dönemlerde Demokrat Parti halkın çoğunluğunu arkasına aldığı düşüncesi içerisinde tek başlarına her şeyi yapabileceklerini, her kuvvetin kendilerinde olduğunu düşünmüşlerdi. Türkiye’nin aydın kesimini, zinde kuvvetlerini nedense düşünmemişlerdi. Bu durum 27 Mayıs ihtilaline kadar sürmüş ve Yassıada Mahkemelerinde noktalanmıştı.
Sonuçlar herkesin malumu; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan asılmış, diğerleri çeşitli cezalara çarptırılmıştı. Celal Bayar’ın ise ileri yaşından ötürü cezası idamdan müebbede dönüştürülmüştü.
27 Mayıs ihtilalinden bu yana tam 58 yıl geçti. Bugün olanları daha objektif, daha bilinçli olarak görüyoruz. Askeri yönetimin baskısı altında olduğu söylenen Yassıada Mahkemelerinin kararlarını, açılan davalara daha bir başka gözle bakabiliyoruz.
Yassıada Mahkemesinde Demokrat Partiye açılan davaların hukuki boyutları ve nitelikleri nelerdir?
27 Mayıs İhtilalinin yapılması gereklimiydi?
Bugün de tartışılan, yeterince açıklanamayan sorular...
Öncelikle belirtmek isterim ki, Demokrat Parti iktidarı Türkiye’ye Atatürk’ten sonra gelmiş en düzeyli ve politikayı en iyi bilen kişilerden oluşmuştu. Bence o kadroların benzerleri o günden bugüne kadar bir daha gelememiştir. Ne var ki, Demokrat Parti akıl almaz yanlışlar yapmış, devrimlerin altını oyanlara taviz vermiş, batı emperyalizmine ekonomik ve siyasi yönlerden boyun eğmiştir.
Yassıada Mahkemelerini büyük olasılıkla o günlerin üzerinde durulacak noktaları üzerinde davalar açmamıştı. Köpek Davası, Bebek davası, Adnan Menderes’in aşkları gibi gereksiz davaların üzerinde durulmuştur. Böyle olunca da suçlanan siyasetçileri suçludan mazluma dönüştürmüştü.
Demokrat Parti’nin büyük yanlışları vardı. Bunun başında NATO’ya girebilmek uğruna TBMM kararı alınmadan Kore’ye seçkin bir tugay gönderilmiş ve o birliğin yarısından çoğu şehit düşmüş veya yaralanmıştı.
Kore’de Türk tugayının ne işi vardı?
Türk toplumunun aydınlanmasına yol açan, içlerinden değerli yazarların yetiştiği Köy Enstitüleri de kapatılmıştı. Ayrıca güzel sanatlar ve kültür yönünden halkı geliştiren Halkevlerinin de kapılarına zincir vurulmuş, eşyalarına el konulmuştu. Bu iki olay Türkiye insanının bilinçlenmesini, aydınlanmasını istemeyen yönetim biçiminin tipik bir uygulamasıdır. Atılan her adım oy uğruna yapılmıştı. Bu arada oy çokluğunu arttırmak için yavaş yavaş irticai hareketlere, toprak altına inmiş, sindirilmiş tarikatların yeniden ortaya çıkmasına neden olunmuştur. Bu hareketlerin sonucu olarak Atatürk heykellerini kıran, başta Ticaniler, Süleymancılar olmak üzere irticai örgütler yuvalanmaya başlamıştır.
Adnan Menderese TBMM kürsüsünden pervasızca “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz “ demekten kaçınmamıştı. Oysa Adnan Menderes çok iyi eğitim almış, İzmir’in güzide ailelerinden Evliyazadelere damat olmuş, Atatürk’ün dikkatini Aydın’da çiftçilerin yaptığı bir toplantıda çekecek kadar aydın bir kişi idi. Aydın’daki toplantı onun milletvekili olmasına yol açmıştı.
1950 sonrası Marshall Yardımı ile ABD’nin istediği ekonomik reformları Türkiye’de uygulamış, ancak bu uygulama batı ekonomisine bağımlı olmamızın başlangıcı olmuştur. Türkiye’de demiryolu ve deniz ulaşımı bir kenara itilmiş, yerini ABD’den gelen malzemelerin oluşturduğu karayolu ulaşımı almıştı. Köylüye, çiftçiye verilen kredili traktörler bir süre sonra onları zor duruma düşürmüştü. Krediler ödenememiş, yedek parçaları alacak maddi güçler ortadan kalkmıştı.
Demokrat Parti’nin en büyük yanlışı da basını karşısına alması, çoğunu hapsetmesi olmuştur. Böyle yapılarak aydın basını sindireceğini sanılmıştı. O zamanlar hapishanede, gazetecilerin bir araya konulduğu “Hilton Koğuşu” olarak isimlendirilen koğuş ön plana çıkmıştı. Ardından muhalefeti sindirmek amacıyla demokratik ülkelerde görülmeyen Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bununla muhalefet susturulmak istenmişti. Nitekim İsmet İnönü’nün TBMM kürsüsünde yaptığı tarihi konuşmasında “Sizleri ben bile kurtaramam” sözü tarihe geçmişti.
Adnan Menderes’in “gerekirse orduyu yedek subaylarla yönetirim”; Celal Bayar’ın “dere geçilirken at değiştirmem” sözleri ise bir talihsizlikti...
Ne tuhaftır ki, Yassıada Mahkemesi bunların üzerinde yeterince durmamıştır. Bu arada yer altından çıkan bazı bağnaz kesimler, toplumda Adnan Menderes at üzerinde geceleri havada dolaşıyor, onları Yassıada’dan kurtarmak için Sarayburnu’ndan tünel kazılıyor; Onları asamazlar, millet ayaklanır sözlerini fısıltı olarak yaymaya çalışmışlardı…
Oysa Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan asılmış, bir gazeteci arkadaşımızın deyişi ile memlekette mantar tabancası (!) bile patlamamıştı.
Bütün yanlışlarına rağmen bu üç devlet adamı asılmalımıydı?
Hayır, bence asılmamalıydı, asılacak derecede vatana hıyanet suçları yoktu. Siyasi yanlışları, bilgisizlikleri, tarihten ders alamamaları vardı. Demokrat Parti iktidardan uzaklaştırılmalıydı. Sonradan onların itibarı geri verildi, isimleri hava alanlarına, caddelere verildi, anıt mezarlar yapıldı. Böyle olunca da akıllar bir kez daha karıştı.
27 Mayıs darbesi Türkiye’de demokrasiyi bir süre geriletti. Ancak alınacak radikal kararlar ile Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve eğitim yönünden önü çok daha açılabilirdi. Milli Birlik Komitesinin kendi arasında bölünmesi, dış baskılarla bir an önce demokrasiye yeniden dönülme çabaları biraz erken oldu. Böyle olunca da zaman zaman yaşanan kaos ortamı Türkiye’yi muhtıralara, 1980 darbesine, sağ sol, Sünni-Alevi çekişmelerine götürdü. Bu arada en az PKK kadar tehlikeli olan bağnaz kesimlerin, tarikatların hortlamasına neden oldu.
Son söz olarak o günün koşulları içerisinde 27 Mayıs darbesi yapılmalıydı, ancak bu darbede hukuk süreci daha objektif ve adil işlemeliydi. 27 Mayıs’ın ardından Türkiye’nin en seçkin hukukçularının hazırladığı Anayasa üzerinde durulmalı, eğitim düzeyi yükseltilmeli ve demokrasi düşüncesi çok daha ileri düzeye eriştirilmeliydi. Böyle olunca da aydınlar ve aydın olmayan hurafeciler birbirinden ayrılır, bağnazlıktan medet umanlar da kendilerine uygun ortamlar bulamazdı.
Sanırım, Winston Churchill “Siyasetçinin en önemli özelliği, gelecekteki olaylar doğru teşhis edip önlemini zamanında almasını bilmektir” diyerek çok önemli bir uyarıda bulunmuştur.