Değerli okurlarım geçen yazımda söylemiştim dimi hikayelerinizi yayınlayacağımı, işte size ilk okurum ve hikayesi:
SOKAKLARIN ORTASINDA BİR UMUTTU "O"
Güneşin sarı ışıkları yavaş yavaş derin bir kızıllığa bürünmekteydi . Bir bebeğin anne kollarına verilişindeki huzuru yaşar gibi, tüm görkemiyle kendini denizin kucağına bırakıyordu . Etrafında özgür ruhun verdiği dinginlikle dönen martıların, gökyüzüne doğru kanat çırpışları, sanki mutluluğu tüm çıplaklığıyla resmediyordu gözler önüne.
Orada olabilmek için neler vermezdim.Yaşamın tüm çirkinlikleri perdesini indiriyor; inanılmaz doygunluk veriyordu ruhuma. Yakınımda bulamadığım huzuru, belki de uzaklarda arama hissiydi bu ?
Kendimi bu inanılmaz manzaranın karşısında tüm ruhumla ayrıntıları kaçırmadan izlerken “boyayalım mı abla” diyen bir sesle irkildim. Dönüp baktığımda yanımda on yaşlarında, üzerinde emanet duran pantolonunu zayıf bedenine, kemeriyle sıkıca bağlamış; yırtık superman tişortlu , gözleri çakmak çakmak, olan bir çocuk, yorgun düşmüş bedeniyle yanımda oturmaktaydı.
Ne güzel abla, değil mi ? Güneş, deniz ve uzaklar . Ben de kuşların yerinde olmak isterdim. Onlar gibi her yeri gezmek, özgür olmak isterdim…
Çocuk yüreğinin, huzuru bu kadar erken arama isteği beni çok derinden etkilemişti . Adını sorduğumda ise : “ Kemal, Mehmet , Hasan ne fark eder ki abla, herkes bana çolak boyacı der. Babam içki içen biriymiş. Bazen buralarda görenler varmış ama ben hiç görmedim. Annem ise, her gün temizlik işlerine gider. Üç tane kardeşim var ve evin terk erkeği benim” dedi.
Büyüyünce ne olmak istiyorsun? diye sorduğumda “ressam olmak istiyorum” diyerek gözlerime baktı. “Yaşadığım tüm acılarımı, nefretlerimi, sevgimi, içime hapsettiğim yaşanmamışlıklarımı, tüm renkleriyle resmedeceğim. Kazandığım parayla yoksul kızlara kırmızı pabuç, erkeklere ise bisiklet alacağım. Ama önce Osman’a misket borcumu ödeyeceğim” dedi ve gülüştük.
Acının, sevginin, umutlarının harmanlandığı yüz ifadesi beni çok etkilemişti. İnandığı, güvendiği çocuk yüreği ve elleri, bir gün gelecek onu isteklerine kavuşturacaktı. Bu hırs, onda o kadar büyüktü ki, sakat olan kolu bile buna bir engel değildi.
Kendisinden on dakika izin isteyerek, kırtasiyeden tuvaller ve renk renk boyalar alarak yanına geldim. “Ama ödeyemem ki” derken sesi titriyordu. Başını okşayarak, bunu bir karşılık olsun diye yapmadığımı söyledim.
Hemen bir resim yapmak ve bana hediye etmek istediğini söyledi,. bende kabul ettim.
Fanusunu kırıp denize dalan bir balığın şaşkınlığını yaşayarak hemen tuvale sarıldı ve içindekileri resmetmeye başladı. Boya kutularını itinayla açıyor ve boya kokuları belki de ilk kez ona kötü kokmuyordu. Yaşamın ona verdiği siyah ve beyaz renkleri bir kenara bırakıp, tüm renkleri kullanma çabasındaydı. Eline verilen renklerin hiç bitmemesini ister gibi özenli davranıyordu…
Yaşamda ayakta kalabilmek adına, isteklerimizi hep ileri zamana atıyor ve o günü bekleyip, bir gün başarmak hissi ise bizim en büyük umut kaynağımız oluyor. Tıpkı bir çocuğun bisiklete binme isteğini er geç yapmak istemesi gibi.
Ya elimizdekiler!
Avucumuzda olup ta kıymetini bilemediklerimiz. Aşklarımız,sevgilerimiz, dostluklarımız…Ne kadarını yaşatabiliyoruz bunların? Canın yanarak kazandığın bazı değerleri, özen ve itina ile elinde tutmaya çalışıyorsun. Bir çocuğun siyah- beyaz boyalarından sonra, itinayla açtığı renk renk boyalarıyla, umutlarına yaklaşıp, sevgiyle kucaklaması gibi. Şüphesiz; yaşam, bize ışıltılarıyla sunulan bir paket değil, içinde nefretin, sevginin ,öfkenin, yalanın, aşkın, dostluğun, iyiliğin ve kötülüğün harmanlandığı sürpriz bir dünyadır. Ancak ve ancak biz istediğimiz şeyi içinden çekip alabiliriz. Buna öncelikle bizim inanmamız gerekir. Tıpkı bir çocuğun; yalansız, hayattan istediklerini anlatıp, tuvalle tanışması gibi...
Ya yanlışlarımız, geri dönemediklerimiz...hatalarımızı düzeltmek yerine, unutmak isteyişlerimiz. Derin bağlılıkları, basit hatalar yüzünden hiç edişlerimiz. Elimizdeki nadir olan değerleri hoyratça savuruşlarımız, yüreğimizi çürüten bu yanlışları unutmaya çalışmalarımız. Ama ölene kadar unutamayışlarımız, tıpkı bir babanın her gün sokak aralarından çocuğuna özlemle bakması gibi...
İnsanoğlunun ilkel doyumsuzlukları... Üst üste kondurduğumuz binalar, satın alınan lüks arabalar... Sonra, hepsini satsak ta yerine koyamadığımız sağlığımız. Kendini hep topluma karşı güçlü hissetme egoları. Etiketin paranın gücüne inanarak yaşamak ve bir türlü doyamamak. Aç kalan hep bir taraflarımızı görememek. İnsanların hep birbirine hükmetme çabaları. Tıpkı küçük yasta bir çocuğun beynine aşılanan “süperman” gibi. Ve birbirimize yüklediğimiz kati olan yükler. Kadın olarak yapmamız gerekenler, erkek olarak yapmamız gerekenler diye gruplaşmalarımız. Yozlaşmış düşüncelerden çıkamayışlarımız. Son istatistiklere göre üniversite eğitimi alan kadınlarımızın daha çok dayak yemesi en güzel örnek. Eğitimle beraber kişisel kimliğini bulan kadınların başkaldırışları ve erkek egosuyla yetişen toplumla çatışmasının doğal sonucunu yaşıyoruz günümüzde. Küçük bir çocuğun “evin tek erkeğiyim” diyerek bu bilinçte yetişmesi gibi..
Güneş yerini karanlığa bırakırken; yavaş yavaş yüreğime doğmaktaydı.
“Tamam ablacığım” diyen bir sesle tekrar irkildim. Elime uzatılan resme saatlerce bakakaldım. Huzuru arayan çocuk ruhu, her şeyi o kadar güzel resmetmişti ki, hayran kalmamak mümkün değildi. Sonsuza doğru giden bir deniz ve denizin içinde, gözleri sevgiyle bakan bir denizkızı. Güneşin ışıkları arasında babası, annesi ve kardeşleriyle sımsıkı sarılmış bir aile yumağı vardı. Bu yumağı çevreleyen, el ele kırmızı pabuç giymiş kız çocukları ve bisikletle gezen çocuklar vardı. İçinde hiç öfke, kin ve nefret barındırmayan ve tek kelimeyle muhteşem bir dünya…
Hayatımda aldığım en değerli hediyeydi bu ve en önemlisi uzaklarda aradığım mutlulukları bu kadar yakın hissetmiştim içimde…
Unutmayalım ki:
Umutlarımız bize tahmin ettiğimizden daha yakın ve karşılık beklemeden yaşanan dostluklar sevgiler, aşklar,.. bize mutlu bir dünya sunacaktır.
Sevgiyle kalın… Ayten KARAOĞLU
Saygılarımla