5
Mayıs
2024
Pazar
MARDİN

Dokun(ul)mazlık Üzerine


TBMM’nin kürsülerinden-gün geçmez ki-dürüstlük, temizlik demeçleri verilir. Başbakan, bakanlar, iktidar milletvekilleri hep önceki dönemi suçlarlar. Temiz toplum yere düşmeyen tümcedir. O hep ağızlara pelesenk olur. Oysa biz biliriz ki devlet ve halk soyuculuğu bir toplum illeti olarak kanımıza bulaşmıştır: Fatalist bir anlayış olan, “Böyle gelmiş, böyle gider” sözü, insanımızın bu konudaki görüşünü betimler. Devleti ve halkı soyma diyebileceğimiz rüşvet ve yolsuzluk-epeyce geçmişi olan-bir hastalık olarak ülkeye ve insanına bulaşmıştır.

16. yüzyıl şairlerinden Fuzulî, elindeki berata rağmen kendisine bağlanan 9 akçe maaşı alamaz. Büyük şair, Nişancı Celâlzade Mustafa Paşa’ya yazdığı mektupta (Şikâyetname) dönemin memurlarından rahatsızdır. Rüşvetçi memurlardan şöyle söz eder: “(…)Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.(…)” Fuzulî’nin, gözü dönmüş, artık tek dünyaları para olan rüşvetçi memurları betimlemeleri ise oldukça manidardır: “(…)Dedim: Hesaba alsalar bu tuttuğunuz yolun bozukluğu bulunur./ Dediler: Bu hesap kıyamette alınır./ Dedim: Dünyada dahi hesap sorulur, haberini işitmişiz./ Dediler: Ondan dahi korkumuz yoktur,(…)” Ve çaresiz mücadeleden vazgeçer ve köşesine çekilir Fuzulî.

Ancak bir şey var ki, o dönemlerde cezalandırmalar-şimdiki gibi modern hukuk olmadığından-zaman zaman ansızın ve kelle kopartılarak yapılırdı. Sadrazam yani başbakan bile olsanız boynunuz vurdurulabilirdi. Çandarlı Halil Paşa Fatih Sultan Mehmet tarafından öldürüldü. Gedik Ahmet Paşa (Fatih’in veziriazamı) 2. Beyazıt tarafından boynu vurulanlardan… Araştırılırsa mutlaka çok daha fazlası ortaya çıkacaktır ama ben birkaçını yazmaya çalışıyorum: 3. Mehmet’in sadrazamı Hadım Hasan Paşa, 3. Osman’ın sadrazamı Silâhdar Bıyıklı Ali Paşa da rüşvet nedeniyle boyunları vurulanlardandır.

Oysa bugün herhangi bir ülkede başbakanın yargılanması uzun bir prosedürü (izlek) gerektirir-hoş, Avrupa ülkeleri bunu kolaylaştırdı ya? Önce parlamentoda çoğunluk bulunacak, dokunulmazlık kaldırılacak ve yüce divanda yargılama… Ancak ben yine de-ülkemizde-yüce divanın pek kimsenin önünü kestiğini sanmıyorum. Yüce divan sonrası-iflah olunmaz düşüncesinin tersini-,yeniden güçlenerek siyaset yapıp caka satmayı ortaya çıkarıyor(!)

Tabii ki biz yargısız infaz yapılmasını savunmayız. Ve kimsenin kafasının vurulmasını istemeyiz. Biz, en acımasız katil bile olsa ölüm cezasına karşıyız. Ama adalet mutlaka egemen olmalıdır. Yargının da bağımsızlığı, gücü, eşitliği ve hukuk devletinin uygulanması önşarttır. Hukuk ve adalet için burada-bugün-söylenmesi gerekeni Roma Hukukçusu Domitius Ulpianus(ölüm tarihi 228) çok önceleri söyledi: “Hukuk ilmi mukaddes bir şeydir. Kıymetini para ile ölçmek onu çok aşağılamak olur.”

Ancak ülkeyi yöneten siyasetçilerin din, milliyetçilik gibi toplumsal parametreleri kullanarak kişisel mal ve servetlerini artırdıklarını sıkça izliyoruz. Siyasetçinin son yıllarda en çok seçtiği ticaret dalı yumurta ve denizcilik olmuştur. Hukuk devletinin verdiği avantajları(!) kullanarak varsıllaşmak, yargıyı atlatmak belki Osmanlı’nın yaşam günlerindekinden daha kolaydır. Çünkü o dönemde kelle koparmada kin, kıskançlık ve entrikaların payı yadsınamayacak kadar çoktur.

Geçen parlamento-diğerleri gibi-kirli ve kamu vicdanını rahatsız eden olaylara bulaşmış kimi insanları-sırf varsıl oldukları için seçildiklerinden-içinde barındırdı. Ve bunların bazılarını yine-varsıl oldukları ve oy almasını bildiklerinden(?)-bazı siyasi partiler aday gösterdi(biz bunları yeri geldiğinde yazacağız). Paranın egemen olduğu bir Türkiye istemiyoruz. Eğer bir tepsi baklava çaldığı için hapsi boylayanlar hırsız ve gaspçı ilan ediliyorsa, petrol, yumurta, gemi hırsızlığı yapanlar da aynı şekilde deklare edilmeliler. Parlamento, hırsızları ya da suçluları yargıdan koruyan bir kurum olmamalıdır. Bu nedenle dokunulmazlıklara dokunulmamasını sağcı şirket düşüncesinin (düzeninin) bir ürünü sayıyoruz.

Yayın Tarihi : 21 Aralık 2007 Cuma 23:12:20


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?