7
Mayıs
2024
Salı
MARDİN

Keklikler Hep Avla(nı)r (Mı)?


Halkın kendi kendini yönetme anlamına gelen demokrasi kavramı antik Yunan site devletlerinde doğdu ve bir rejim adı (kavramı) olarak kullanıldı. Yunan site devletlerinin yönetim şekli anlamına geldi. Bu yönetim biçimi bir bakıma da “Atina Demokrasisi” anlamına gelir. Aslında-uygulama biçimi olarak-doğrudan bir yönetim biçimidir. Yurttaşlar Agora’da(büyük meydan) toplanıp kamu sorunlarını tartışırlar, çözümleri için yasalar hazırlar ve kabul ederlerdi. Tartışmalar gayet demokratik ve açık olurdu-ama bir farkla(kadınlar, köleler ve yabancılar bu doğrudan temsil yönetimine katılamıyorlardı: Yani yurttaş değillerdi). ( Bugün demokrasi denilen sistemde varsıllarla yoksullar eşit sayılıyor ama bu çok idealistçe bir düşünüş (kabul) değil midir?) Ancak pratik anlamda yönetimde oligarşi oluşmasın diye-bugün temsili demokrasilerde, en küçük bir dernekte bile kendiliğinden oligarşi oluşuyor-kamu yöneticiliğine yurttaşlar kurayla veya rotasyonla getirilirdi. Seçim bir uzmanlar mesleği olmaktan çıkarılmış, diğer bir deyişle yöneten/yönetilen ayırımı olmuyordu. Ama köleler yurttaş değildi ve bir elit sınıf bu demokrasiden yararlanıyordu. (Bugün varsılar ve yoksullar, demokrasiden aynı eşit haklarla yararlanabiliyorlar mı?) İşte halkın yönetimi demek olan demokrasinin hikâyesi!(Antik Yunancada “demos” halk, “kratos” da güç anlamına gelmekteydi).

Ve demokrasi o günden bugüne bazı gelişmeler göstererek geldi-acaba ilerledi mi? Yöneten-yönetilen ilişkileri yeniden düzenlendi. Avrupa’daki klasik (burjuva) demokrasilerinde de yöneten ve yönetilen arasında bir sınıf farkı vardır. Ama bu ilişkiler bizde ve geri kalmış bazı ülkelerde biraz daha tuhaftır.

Tuhaftır ki köylü, işçi, memur, çalışan, çalış(a)mayan (işsiz) gruplar yoksullukla, açlıkla çokça mücadele etmesine karşın sermaye örgütlerinin peşinden gidiyor. Ezilenler sağa oy veriyor; düşünce ve eylemleriyle (oylarıyla) sağcı müteahhit düzeninin bekçiliğini yapıyor. Oysa halk kendisini kurnaz zanneder, çıkarlarını ve geleceğini düşünür sanır. Size kendi yazdığım bir fablı anlatayım: Tilki kekliği yakalayıp ağzına koymuş, tam yiyecekken keklik demiş ki: “Nasıl olsa beni yiyeceksin. Ama önce elhamdülillah de, sonra beni çiğne!” Tilki elhamdülillah demek için ağzını açınca keklik uçmuş ve karşıki dala konmuş. Tilki öfkeli öfkeli kekliğe bakmış ve haykırmış. “Bir dahaki sefere karnımı iyice doyurmadan elhamdülillah dersem namerdim!”

Tuhaftır ki yaşama savaşı veren-öyküdeki tilki gibi-kurnaz(!) gariban her seferinde ağzından lokmasını kaçırmaktadır(tilkinin tüm kurnazlığına karşın pazarda en çok satılan kürk kendisinindir). Biz hep, halkın bir dahaki sefere uyanacağını sanırız. Boşuna! (Aydın mutlaka gerçekleri yazmalıdır. Pembe gözlüklerle hiçbir lekeyi görmeden her şeyi popülist bir yaklaşımla yazarsa dezenformasyona katkı yapar!) Aş, iş, emek, alın teri gibi kutsal motifler unutturulur halka, yaşam mücadelesi de. O ekmek, su, iş, eğitim isteyeceğine türban der! Tuhaftır ki bir tane değil bin tane türban verseniz karnı doymayacaktır. Onun çocuğu Tunceli’de şehit düşecektir. Irkçı ve dinci politikacıların çocukları zaten bir yolunu bulup bedelli askerlik yapacaktır(!) Bütün bu paradoksal davranışlar vardır ve bir gerçektir. İşte yazar burada şirin (popülist) görünemez. Çünkü yazarlık bir kamu görevidir. Tilki ve keklik hikâyelerini hep anlatacaktır. O bir açıklama yapacaktır. Onun açıklama yapacağı birikimi-her zaman-vardır!

Yayın Tarihi : 18 Ocak 2008 Cuma 20:48:43
Güncelleme :19 Ocak 2008 Cumartesi 00:15:37


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?