Artık herkesin çok iyi bildiği gibi Türkiye 3 Ekim 2005 gününden bu yana AB ile hukuken müzakere sürecinin içinde olan bir ülke.
Haziran 2006 HAK (Hükümetlerarası Konferans) sonrası da söz konusu hukuki süreç artık fiili bir sürece dönüşmüş durumda yani 35 başlık içeren müzakere süreci fiilen başlamış hatta “Bilim ve Araştırma”dosyası tamamlanmış durumda.
İçinde bulunduğumuz müzakere süreci Türkiye-AB ilişkilerinde tam üyelik hedefinde son aşamayı temsil ediyor ama içerik itibari ile son derece zor bir süreç ve niteliğinin herkes tarafından çok iyi anlaşılması, bilinmesi gerekiyor.
Söz konusu sürece bizler müzakere süreci adını veriyoruz ama bu sürecin ne ölçüde müzakere sözcüğünün bilindiği anlamına geldiği çok şüpheli.
Müzakere sözcüğü genel anlamda dilimizde pazarlık anlamına kullanılan bir sözcük ama şayet Ferit Devellioğlu’nun ünlü ansiklopedik Osmanlıca-Türkçe lügatına bakar iseniz kavram pazarlık anlamına pek gelmiyor; müzakere zikr kökünden gelen bir kelime ve anlamı bir meseleyi ortaya koyma, deklare etme.
Bizim şu anda içinde bulunduğumuz müzakere sürecinin de doğası zaten pek pazarlık kavramı ile bağdaşır bir süreç değil ama sürecin bu niteliği kanımca toplumumuzda pek net anlaşılabilmiş değil.
Ortada müzakere edilecek 35 dosya mevcut ve yapılacak iş her dosya için ilgili AB müktesebatını bizim ilgili dosya ulusal mevzuatına bire bir uyarlamak.
Diğer bir anlatım ile her dosyada bir tarafta AB müktesebatı, diğer tarafta ulusal mevzuat var ve ortada bir yerde buluşmak pek söz konusu değil, ulusal mevzuat tümü ile evet tümü ile AB müktesebatına uyarlanacak.
Doğrudur müzakere sürecinin doğasında geçiş dönemi talebi ve istisna talebi diye kavramlar var ama bu derogasyonların ne kadar marjinal olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Müzakere sürecinin doğası üzerinde ısrarla durmamın temel bir nedeni bu kavramın yakın geçmişimimizde yani Kopenhag kritrelerinin hukuk sistemimize uyarlandığı Katılım Ortaklığı Belgeleri sürecinde de yanlış anlaşıldığı ve bu nedenle çok büyük süreler kaybetmiş olmamız.
1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye’ye verilen ilk Katılım Ortaklığı Belgesi Avrupa Toplulukları Resmi Gazetesi’nde 24 Mart 2001 tarihinde yayınlanıyor.
Söz konusu KOB’da (Katılım Ortaklığı Belgesi) kısa ve orta vadeli siyasi ve ekonomik öncelikler yer alıyor yani Türkiye’nin müzakere sürecinin başlayabilmesi için kısa ve orta vadede yapması gerekenler ifade ediliyor.
Ancak, söz konusu belgenin giriş bölümünün 6. paragrafında bizlerin hatta doğrudan ilgili makamların iyi okumadığını düşündüğüm bir ifade yer alıyor idi ve bu ifade KOB karşılığında aday ülkenin üretmek ile mükellef olduğu Ulusal Programın niteliğini tarif ediyor idi.
Söz konusu ifadeye göre aday ülkenin KOB’a cevaben üreteceği Ulusal Program KOB’da yer alan taleplerin yerine getirilme sürecinin bir zaman çizelgesinden başka şey pek olmamasını gerektiriyor idi.
Diğer bir anlatım ile Kopenhag kriterlerine ilişkin olan KOB taleplerinin pazarlık edilecek bir tarafı pek yok idi ve biz bu temel gerçeği anlamakta epey zorlandığımız için gereksiz bir zaman kaybı ile karşı karşıya kaldık.
Örneğin AB bizden idam cezasını kaldırmayı talep etti ama biz bu talebi doğru algılamadık ya da işimize gelmedi ve önce adi suçlardan idam cezasını kaldırdık ama terör ve vatana ihanet gibi konularda idam cezası yürürlükte kaldı.
Başka konularda da benzer hatalar yaptık zira Hükümetin bir kanadı KOB sürecini hep bir pazarlık olarak algıladı ama gerçek öyle değildi.
2003 senesinde AB bize ikinci bir KOB verdi ve bu yeni belgede birinci KOB’da yer alan ama aradaki sürede yerine getirilmeyen talepler ikinci kez yer buldu.
2003 ve 2004’de iktidardaki AKP bu temel gerçeği bir önceki koalisyon hükümetinden daha iyi kavradı, KOB gereklerini “yeterince” yerine getirdi (örneğin idam cezası tümü ile kaldırıldı), 2004 Ekim İlerleme Raporu’nda müzakerelerin açılması önerildi ve 17 Aralık 2004’de müzakerelerin açılması kararı AB Devlet ve Hükümet Başkanları tarafından alındı ve bugüne geldik.
KOB meselesini uzun uzun anlatmam o süreç ile bugün içinde bulunduğumuz müzakere süreci arasında mevcut büyük anlayış paralelliği.
Bugün de aynen KOB günlerinde olduğu gibi ortada pazarlık konusu olabilecek bir şey pek yok.
Diğer bir ifade ile müzakere süreci klasik bir pazarlık süreci değil ve pazarlık yapılabilecek konu daha ziyade takvime ilişkin yani AB’nin örneğin 2007 sonu için olan bir talebini biz ancak 2010 senesi sonunda yerine getirebileceğimizi söyleyebileceğiz yani takvimi pazarlık edebileceğiz ama dosyaların içeriğine ilişkin pazarlık alanı son derece sınırlı.
Yapılması gereken ilk şey bu temel gerçeklerin hem toplum hem de devlet katlarında benimsenmesi, anlaşılması.
Birileri yine ulusal çıkar adına dosya içeriklerini neden pazarlık etmiyoruz der ise bu talebin özünün meseleyi aksatmak olduğunu iyi algılamamız ve buna göre tavır almamız gerekiyor.
Biraz önce belirttiğim takvim pazarlığı meselesine geçiş süresi talebi adı veriliyor ve bunu yapmakta tümü ile özgürüz ama bu taleplerin de bir sınırı olduğunu iyi bilmemiz gerekiyor.
İstisna telebi ise dosyanın özüne ilişkin bir talep ve kabul görme olasılığı çok düşük.
AB müktesebatının ulusal mevzuata her dosya bazında uyarlanması sürecinde şayet bu uyarlama süreci ülkemizin toplumsal ve ekonomik yapısını çok ama çok ciddi bir biçimde sarsabilecek ise ve biz bunu etki raporları ile objektif olarak kanıtlayabiliyor isek bir istisna talep hakkımız var ama öncelikle bu talebin gerekçelerini AB’ye iyi anlatmamız gerek.
Bu aşamada beni en çok korkutan konu sektörel taleplerin Baş Müzakereciye ve ekibine sanki söz konusu sektörel talep bir kamu çıkarını temsil ediyormuşcasına sunulması ve sektörün çıkarı ile kamu yararının aynı kefeye koyulması gayreti.
Bu aşamada hepimizin çok duyarlı ve dikkatli olması ve kamu yararı içermeyen sektörel taleplerin kamu yararı olarak sunulmasına itiraz etmemiz gerekiyor.
Müzakere süreci çok zor ama zor olduğu ölçüde de ilginç bir süreç olacak ve bendeniz de bu sütunda konuya ilişkin bilgilerimi sizler ile paylaşmaya devam edeceğim.
Yayın Tarihi :
24 Haziran 2006 Cumartesi 00:05:11
Güncelleme :24 Haziran 2006 Cumartesi 09:43:09