"Şifresiz" ve "siyah beyaz yılların" en büyük pazar keyfiydi TRT 1 radyosunda maç dinlemek. Önce Halit Kıvanç vardı. Biz tam da radyodan maç dinlemeye alışmışken Halit Kıvanç bırakıverdi mikrofonu.
Halit Abinin veliahtlarından Orhan Ayanla sürdü maç keyfimiz. Şiir gibi anlatırdı maçları:
"Ben Orhan Ayhan. İsmet Paşa Stadyumundan selam sevgiler. Sayın dinleyenler, İstanbulda hava açık ve güneşli. Trübünler tıklım tıklım dolu. Saha futbol oynamaya son derece müsait..."
Adı "Süper" olsa da oynanan fotbolun kalitesi bakımından pek de o düzeyde olmayan ligdeki Fenerbahçe - Beşiktaş derbisine kilitlenen Türkiyenin içinde bulunduğu ortama bakınca, Orhan Ayhanın o unutulmaz ananosunu anımsayıverdim nedense.
21 Martta Mersinde yaşanan bayrak provakasyonundan sonra, olacakların sızısını hissedip, bu sütunlarda "Provakatörler 12den vurdu" diye yazmıştık. Sonrasında yaşananlar, ne yazık ki bu öngörüyü doğruladı.
Bir kaç gün sonra Trabzonda TAYADlıların protesto gösterisi sırasında yaşanan olaylar, provakatörlerin kolay kolay "işin" peşini bırakmayacağının göstergesiydi. Ardından Sakaryadaki linç girişimi geldi.
Diyarbakırspor - Trabzonspor maçından sonra MHP örgütü taşlandı.
MHP lideri Devlet Bahçelinin "Ülkücüleri sağduyuya çağıran" sözlerini ardından bu kez de İstanbul ve Adapazarında MHP örgütleri bombalandı. Beşiktaşta ses bombası patladı. İstanbul Bahçelievlerde Adalet Bakanlığı tesisleri önüne bırakılan bomba patlamadan imha edildi.
Bir gerilim filmi gibi. Olaylar giderek tırmandırılıyor.
Provakatörler için "hava açık ve güneşli" Türkiyenin "zemini" provakasyon için son derece el verişli. Toplumun her kesimi barut fıçısı gibi, en ufak kıvılcımda telafisi olanaksız patlamalara gebe.
Bu "maçın" benzerini 12 Eylül öncesinde izlemiştik. Türkiye kan gölüne dönmüştü. Sağcı - solcu binlerce genç, gök ekinler gibi biçilip, kara toprağa gönderilmiş, kaç ana yüreği yanık, gözü yaşlı kalmıştı.
Ardından, Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütünin (CIA) "Bizim oğlanlar becerdi" dediği 12 Eylül darbesi yaşandı. Bir süre öncesine kadar "göğüs göğüse" çarpışan ve birbirlerini "en büyük düşman" gören solcular ve ülkücüler aynı cezaevlerine tıkıldılar. Aynı işkence aletlerinde, aynı yöntemlerle işkenceden geçtiler.
Irak, Ortadoğu, Avrupa Birliği, Kıbrıs, Ermeni soykırımı iddiaları gibi birbirinden hassas konuların ekseninde bulunan Türkiye, yeniden kaos ortamına doğru itiliyor.
Kapalı kapılar ardında ne tür pazarlıklar dönüyor, Türkiyeden ne tür ödünler isteniyor bunları şu anda bilemiyoruz. Ama Türkiyeden istediği ödünleri "nazlanmadan" almak isteyenlerin, "düğmeye" basıp cadı kazanını kaynatmaya başladığı kesin.
Dedik ya, "hava açık ve güneşli, saha ve zemin provakasyon için son derece müsait..."
Türkiyenin önünde iki yol var. Bunu görmek için, fincanı kapatmaya gerek yok. Her şey ayan beyan ortada.
Ya, bu coğrafyada yaşayan herkes aklını başına devşirip, bağımsız, demokratik, insana ve insan haklarına saygılı özgür bir toplum için çaba harcayıp, aydınlık yarınları el ele kurmanın yollarını arayacak.
Ya da, provakatörlerin oyun sistemine boyun eğip, kötü bir mücadele ile 12 Eylül döneminde olduğu gibi "sahadan" hezimetle ayrılacak. "Yenilginin" şoku ile trübünleri kederle boşaltan kalabalıklar da, peş peşe kurulan "mendil" fabrikalarına işçi yazılmak için sıraya girecekler.
Çünkü, sağduyu galip gelmez, bilinen oyunlar tekrar edilirse, önümüzdeki dönemde anaların yine bol bol mendile gereksinimi olacak. Kaybettikleri oğulları için döktükleri göz yaşlarını silmek için...