E Posta: ozkanyusuf@hotmail.com
Hollanda’da son günlerde, kiminle konuşsanız, alacağınız yanıt, duyacağınız söz hep aynı;
"Bu bizim Hollandamız değil!"
Dünyanın en sakin, en hoşgörülü ülkelerinden biri olan Hollanda da, son 2 haftada yaşanan olaylar, herkesi şaşkına çevirmiş durumda. Yönetmen Teo van Gogh’un bir Faslı Müslüman tarafından öldürülmesiyle, huzur yerini endişe ve karmaşaya bıraktı. Bu tür olaylara alışkın olmayan Hükümet, olayın başında acemice açıklamlar yaptı. Ülkedeki Müslüman azınlık nasıl bir tutum alacağını şaşırdı.
Derken, camilere, Müslüman okullarına saldırılar başladı. Ardından misillemeler geldi. Saldırılar kiliselere yöneldi.
Peki nasıl oldu da, bu sakin ülke bir anda bu hale geldi?
Ya da şöyle soralım, gerçekten herşey bir anda mı oldu?
Elbette bir anda olmadı.
Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi sanki.
İşaret, 2 yıl önce verildi. Ama pek kimse üzerinde durmadı. 6 Mayıs 2002’de, tam da seçimler öncesi aşırı sağcı lider Pim Fortuyn, bir hayvan hakları savunucusu tarafından öldürüğünde, tüm gözler yabancılara çevrilmişti. Medya, Pim Fortuyn’ın ülkedeki göçmenlere yönelik düşmanca açıklamaları nedeniyle katilin bir yabancı olacağı yönündeki yayınları, Batı’nın en sakin ülkesinde yabancıları "günah keçisi" haline getirdi.
Neyse ki, Pim Fortuyn’ın öldürenin bir Hollandalı olduğu ortaya çıktı da, herkes derin bir "oh" çekti. O günkü ortam, gerginliğin büyümesini önledi. "Baltalar" ilerde yeniden çıkarılmak için gömüldü.
Avrupa Birliği ortak para birimine geçişle birlikte, tüm Avrupada olduğu gibi Hollandada da işler kötüye gitmeye başladı. Artan ekonomik sıkınıtlar karşısında, her zaman her ülkede olduğu gibi bir "hedef" gerekiyordu;
Bulundu!
1980lerin Almanya’sında olduğu gibi, o hedef, o "günah keçisi" ülkede yaşayan yabancılardı.
ABD Başkanı Bush’un saldırgan politikalarına destek veren Jan Peter Balkenende başkanlığındaki Hıristiyan Demokrat iktidar, adeta "kendi 11 Eylül’ünü" yaratmak için çaba harcadı.
Şubat 2004’te 26 bin mültecinin ülkeden çıkarılması kararı alındı. BBC’nin, "2. Dünya savaşından sonra yaşanan en büyük insan sürgünü" diye yorumladığı bu olay, bugünün de ip uçlarını veriyordu aslında.
Balkenende hükümeti ve onun "eski hapishane müdürü" Yabancılar ve Entegrasyondan sorumlu bakanı Rita Verdonk’un, mültecilerden sonraki hedefi, ülkede yıllardır yaşayan göçmenlerdi. Hükümet, bir kısmı yeni yılda yürürlüğe girecek bir dizi olumsuzluğa daha imza attı.
Bir taraftan giderek ağırlaşan ekonomik koşullar altında ezilen "yabancılar" aleyhlerindeki yeni yasal düzenlemelerle şaşkına döndüler. Özellikle yoğun bir "kimlik bunalımı"içindeki "üçüncü kuşak" da bu girişmlerin etkisi daha fazla oldu.
İşte bu dönemde, Liberal Sağ Parti Milletvekili Ayaan Hirsi Ali’nin senaryosunu yazdığı, Teo van Gogh’un yönettiği "Teslimiyet" adlı film, "görünmeyen" gerginliği daha da körükledi. Kendisini "eski bir Müslüman" olarak tanımlayan ve yabancılarla ilgili her türlü olumsuz düzenlemede imzası bulunan Hirsi Aliye zaten tepkili olan Müslüman kesim, filmde İslam peygamberi Muhammed’e ve Kuran’a hakaret edilmesini içine sindiremedi. Van Gogh ve Hirsi Aliye ölüm tehditleri gelmeye başladı.
Ve 2 Kasımda, olması hiç istenmeyen ama beklenen olay oldu.
Hristiyan Demokrat iktidar, istihbaratın yetkilerinin artırılmasından, radikal dincilerin vatandaşlığının geri alınmasına kadar bir dizi düzenlemeyi gündeme getirdi.
Bu arada yabancılara yönelik tepkiler artarken, bütün dünyada olduğu gibi, ülkedeki aşırı sağcı, faşist güçlerin zinciri de gevşetilmeye başlandı. Camilere, köprülere asılan pankartlarda bir imza dikkati çekti;
"white Power (Beyaz Güç )"
Irkçı beyazların dünya çapında oluşturduğu faşist örgütün imzasıydı bu. Sokaklara "Artık Ortaçağın geri zekalılarını ithal etmeyelim" yazılı pankartlar asıp, otobüslerde, sokakta Türk ya da diğer azınlıklara hakaretler etmeye başladılar.
Faşist görüşe yakın partiler de, yangına körükle gitme fırsatını kaçırmadı tabii. Öldürülen aşırı sağcı politikacı Pim Fortuyn’ın partisi LPF’nin şu anki başkanı Sergej Moleveld, kendi partisinden bir milletvekiline ve kendisine, İslami bir örgütün imzasıyla tehdit mektubu faksladı. Ardından da savcılığa başvurup, Müslümanların kendilerini tehdit ettiğini öne sürdü. Ama araştırma sonunda sahtekarlığı belgelenip Perşembe günü tutuklandı.
Van Goghu öldüren Muhammed B. ile ilgili gelişmeler de ilginç aslında. Geçen yaz, Muhammed B.’nin sık sık oturup konuştuğu, din tartışmaları yaptığı bir arkadaşına imzasız bir mektup gönderiliyor. Mektupta, istihbaratın Muhammed B. de dahil buluştukları tüm arkadaşlarıyla ilgili görüşleri ve izleme notları yer alıyor.
2 ay önce de Muhammed B. otobüse biletsiz bindiği içini tutuklanıp, bırakılıyor.
21 Ekim’e kadar da Muhammed B.’nin cep telefonu istihbarat tarafından dinleniyor. Ama ne hikmetse daha sonra bundan vazgeçiliyor.
Sonuç, yukarıda anlattığımız gelişmeler. Van Gogh’un katili Faslı. Ama, hedef ülkedeki tüm yabancılar ve Müslümanlar.
Hükümete tepkiler, birbiri ardınca patlayan grevler, hepsi unutuldu. Şimdi gündemde varsa yoksa saldırılar ve faşistlerin tehditleri ve azınlıkların korkuları var.
Hıristiyan Demokrat hükümetin Başbakan Yardımcısı Zalm, ülkedeki radikal dinci terörle savaşacaklarını söyledi. Ülkedeki sağcısı, solcusu bu savaşın ne anlama geldiğini soruyor. Hristiyan Demokratların esk ilideri, eski başbakanlardan Van Agt, bu açıklamayı "akılsızca" diye değerlendirip, hükümeti, ABD Başkanı Bush’un terminalojisinden alıntı "teröre karşı savaşı" kullandığı için kıyasıya eleştirdi.
Kısacası, Batının bu küçük sakin ülkesi gergin şimdi. O eski huzur dolu günler özleniyor. Kiliselerde, camilerde, aklı selim sahibi herkes aynı duayı ediyor;
"Ey huzur geri dön!"