8
Mayıs
2024
Çarşamba
İSTANBUL

Martılar

Ayaklara dikkat! Ayaklara dikkat!İskele veriyorum abi çekin ayağınızı! Tatlı-sert uyarıya rağmen iskele verilmeden atlayanlar ile, iskelenin verileceği yerden çekilmeyen bir sürü insan vardı... Çımacılar halatı iskele babasına bağlamaya çalışırken İstanbul’un, “işe gidiş ya da iş çıkışı saatleri kalabalığı” diye bir ayrım artık kalmadığından herkes itiş-kakışa alışık, günlük ritüelini sürdürüyordu.

Vapurun iskeleye yanaşmasına en çok bozulanlar beslenme alışkınlıkları büsbütün değişmiş olan martılardı... Kim bilir hangi ruh haliyle kendilerine simit atan insanlar da vapurun yanaşmasıyla gidiyorlardı artık. Yalnızlar, sevgi dolu olduğunu sevgilisine göstermek isteyenler, martıseverler (İstanbul’un gerçek müdavimidir martılar, güneş batışında silüetindeki figüranlardır da), birisine sinirlenip terapiye ihtiyaç duyanlar, artık simit bitmiş, vapur iskeleye yanaşmıştır...

Eminönü’nün kendine has “1 milyona 10 çift çorap” , “yağmura şemsiye” (karda kullanamıyorsunuz), “bel korsesi-don lastiği-mandal üçlüsü” satıcılarıysa boşalmakta olan vapurun tersine ceplerini doldurmak adına tüm güçleriyle bağırıyorlardı. Kafasını balık-ekmekçilerin tarafına çevirdiğinde Galata Köprüsü’nün sunumunda bir İstanbul gösterisine daha tanıdık oldu ve içinden “bu şehri neden terk edemiyorum sorusunu bir daha kendime sormayacağım” diye geçirdi... O sırada mikrofonik bir “mikro” köpek havlaması duydu, sağda havlayarak ilerleyen minik bir köpek yavrusu oyuncağını tam üzerinde bulunduğu tabureden düşerken tutan işportacıya baktı, kendisine yönelen bakışı yakalayan işportacı “5 milyon abi” dedi, cevap vermeden ilerledi... Ne kadar hızlı ilerlemek istese de güruh onu mutlaka yavaşlatacaktı, bunu bildiği için hiç telaşa girmeden ağır ağır ilerlemeye devam etti. Alt geçide geldiğinde içeriye kulak verdi:

- Bunun yakası daha geniş olanı yok mu?

- Abi sen bi giy olur o sana, senin boyun kalın değil 2 olur sana abim!

- Arkadaşım ben 3 giyiyorum boynu kapanmaz bunun!

- Abicim türkü mü söyliycen naapıcan 3 numarayı Allah Allah!

Oturup slogan bulacağım diye strese giren reklamcılar aklına geldi; bayram sabahı geçen İETT otobüsü sıklığında yüzüne uğrayan tebessümlerden bir tanesi daha uğradı yüzüne... Alt geçitten çıktığında çocukluğunda babasıyla buralara geldiği günleri hatırlatan görüntülerle karşılaştı; kuşlara yem atan insanlar, ilginç birşey tanıtan işportacının etrafına doluşmuş tipler, etrafa hayret dolu gözlerle bakan turistler...

Sahi, çocukken burada olsaydı yalnız başına, ne kadar korkardı; bu kalabalığın içinde, nereye gideceğini bilmeden; yapayalnız... Neydi şimdi onu bu kadar rahat yapan? Zaman bu kadar güçlü bir etken miydi? Eğer öyle idiyse neden herşeyi silemiyordu da sadece çocukları büyütüyordu? Cebinde parası vardı; babasıylayken gördüğü her içeceği, elektronik oyuncağı istiyordu, alınmayınca da dünyanın en hüzünlü insanı oluveriyordu; şimdi niye almıyordu onları kendine?

Genellikle turistlerin yahut bir daha uğramayanların oturduğu, müdavim” kaygısı gütmedikleri için fahiş fiyata “bulaşık suyu” kıvamında çay veren birkaç çay bahçesi, halen devam ediyorlardı
faaliyetlerine, tek farkla, parayı peşin alıp “free bag”lerine sokuşturuyorlardı. Demek zaman sadece çocuk büyütmüyor, insan da kirletiyordu...

Aslında o da biliyordu tüm bunları tek başına zamanın yapmadığını, ama o zamanı günah keçisi yapmıştı bir kere... Dolaştığı yerler ona fazlasıyla geçmişi hatırlatmıştı, hüznü severdi ama bu
kadarını da değil; en yakın toplu taşıma aracına yollanırken açlığını ve yorgunluğunu çok da umursamıyordu, sadece uzaklaşmak istiyordu!Uzaklaşmak... Gölgesi hüzünden, yalnızlığından, anılardan, dünyaya kendisi gibi bakmayanlardan...

Yayın Tarihi : 18 Aralık 2003 Perşembe 00:00:18
Güncelleme :27 Nisan 2004 Salı 13:04:44


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?